Pazar akşamı bindiğim uçaktan Polonya, Krakow Havaalanı’na (havalimanı lafına alışamadım bir türlü) inerken 18 yıllık yurt dışı gönüllü çalışma tarihimdeki en uzun yolculuklardan birini yapacağımın farkında değildim elbet… Alan karşısındaki otelde geceledikten sonra ertesi sabah Krakow’dan iki etap otobüs yolculuğu ile öğle sonrası Ukrayna sınırındaki Przemysl’e ulaştım. Oradan kalkan akşam treni ile 18 saatlik bir yolculuk sonrası da Dinyeper’e…
Przemysl’de eski ve tarihi görünümlü bir tren garı olmasına karşın Ukrayna yolcuları garın dışında, birkaç konteyner ve küçük bir binanın olduğu alana yönlendiriliyor, niyeyse? Havanın ve akşamın ayazında bekliyor insanlar. Konteynerdeki bir görevli özellikle yaşlı ve kadınlara karton bardakla bedava kahve veriyor. Gülümsediğimi gören kadınlardan birisi, “Kava, free!” dedi. Böylelikle öğrendim önümdeki ülkede kahveye ne diyeceğimi. Hoş, “çaycı”yım gerçi ben ama…
Harekete bir saat kala küçük binanın kapısı açıldı. Pasaport kontrolü sonrası perona girmemize izin verildi ki tren de ayrı bir peronda idi. Bilet ve pasaport kontrolü yapan iki görevliden ikisinin de -ama özellikle de kadın görevlinin- suratsızlığı ve insanlara aksi davranışlarını izledikçe “duvar öncesi” dönem Batı filmlerindeki klişe görevliler geliyor aklıma, ister istemez!
“İkinci sınıf” yataklının dört kişilik kompartımanında, üst ranzadayım. Altımdaki ve karşımdaki komşularım iki kadın. Karşı üst ranza boş kaldı. Anlaşılan buralarda “bayan yanı” uygulaması yok! Alttaki komşum Ukraynalı ve bütün selam ve ikramlarımıza yalnızca kaş ve gözle yanıt verip bizle iletişim kurmamayı tercih etti. Karşı alttaki komşum tanıştığımız üzere bir Alman, Sylvia Degelmann. Dünya küçük! Uluslararası Kızılhaç (ICRC) elemanı çıktı. Dinyeper’deki ICRC delegasyonunda göç sorunu ile ilgili olarak çalışıyormuş. Tabii birkaç ortak tanıdığımız çıkıverdi hemen, sohbet ve yolculuk boyunca karşılıklı ikram salt ikimizin arasında sürdü.
Bizim demiryollarının Allah’ı var... Gerçekten tangır tungur, adeta insanın içini dışına çıkararak giden bir tren-vagon düşünün... Ve Horhor hamamı misal, dört yataklı bir kompartıman… “Yandım Allah” deyip sık sık koridora attım kendimi, yarım açılan pencereden nefes almaya çalışarak. Geneldeki tren yolculularının aksine, pek keyifli bir yolculuk değildi açıkçası.
Polonya’dan Ukrayna’ya geçişte sınırda tren durdu. Ukraynalı güvenlik görevlisi pasaportları topladı. Gümrük görevlisi şöyle bir bakındı ve kısa sürede geçtik sınırdan. Herkes dışarı kaçarken, içeri girenler pek dertleri değil anlaşılan!
Ertesi gün yarımda Dinyeper’e vardık. Sylvia’nın bagajını taşımasına yardım ettim, daha doğrusu çoğunu taşıdım: Eski bir gar, uzun koridorlar, asansör yok, her yan merdiven… Sonuç: Dilim bir karış dışarda, dalaklanmış vaziyette höynk höynk soluyorum! Eşek ölüsü ağırlığında büyük boy bir bavul ile alamet boy hurç misal bir “çanta”, XXXL bir sırt çantası ve bir de orta boy çanta hayal edin… İşte size Sylvia’nın bagajı! Üstelik kendisi de topluca ve kısa boylu, nasıl taşımış, hayret!
O özürler dilemeye çalışırken, az nefesimi toplayınca dedim ki;
“Hayırdır, göç mü ediyorsun yoksa kaplumbağa misal her şeyini yanında taşıyanlardan mısın?!”
Mahcup gülümsedi, n’apsın… Zaten koridor ve merdivenler boyunca özür dilemek ve bana kahveden yemeğe giden borçlanmalar sözü vermekle meşguldü.
ICRC çalışıyor. Sylvia’nın aracı hemen aldı götürdü onu. Ben Dinyeper tren garı önünde, binalar ve alanıyla klasik Sovyet dönem örneği meydanın bir köşesinde; “hoş geldin!” diyen kıta soğuğu ile hemhal, bir saat beklemek durumunda kaldım. Ne de olsa yeni ve “acemi” bir grup “bizimkiler”.
CADUS; Kızılhaç (ICRC) ve Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) gibi savaş, afet ve benzer nedenlerden ötürü yetersizlik ve/veya zorluk yaşayan yerel halka yardımı hedefleyen küçük çaplı bir Alman sivil toplum örgütü. Afganistan, Irak ve Suriye’de çalışmaları olmuş en son. Kızılhaç’ta bir dönem birlikte çalıştığım arkadaşım Lysann’ın ricası üzerine bağlantı kurdum. Ve buradayım.
“Sylvia’ya bok atıyorsun ama senden n’aber?” diyecek olanlara hemen diyeyim.
“Bizimkilerin” ısrarla vurguladığı bagaj hakkımın 20 kg olduğu idi. Bir küçük bavulum vardı özetle. Kış vakti, Ukrayna… Minimum gerekenleri 20 kg’ye sığdırmak zor oldu ama akan zaman içerisinde henüz eksikliğini duyduğum bir şey olmadığı için başarabilmişim gibi görünüyor.
CADUS’un Dinyeper’deki ekibi sürücüler dahil 7-9 kişi arasında değişiyor. Anestezist-yoğun bakımcı, hemşire ve sürücüden oluşan bir ekip de Pokrovsk’da bulunuyor. Ekip üyeleri ile tanışma sonrası ekip sorumlusu Sarah (İngiliz) ve Ukrayna MSF güvenlik sorumlusu tarafından iki ayrı brifinge daha tabi tutuldum. MSF brifingi kişisel koruyucu ekipman (PPE); kurşun geçirmez yelek-miğfer, gaz maskesi ve koruyucu gözlüklerin niteliği ve kullanımına dair teorik ve pratik bilgilendirmeyi de içeriyordu.
Haritalar üzerinden de cepheler, savaşın ve yerleşim merkezlerinin durumu, sokağa çıkma yasağı saatleri üzerine bilgilendirildim. Rus kanadı yabancı telefonları izleyip “hack”lediği için kendi kartım yerine bir Ukrayna kartı verildi. Genelde elektronik iletişim kullanılıyor ve kesinlikle Whatsapp kullanılmayıp haberleşmenin “Signal” üzerinden yapılması isteniyor. Ayrıca çalışacağım yerlerdeki hareket serbestliği, mesafeler ve merkezle sürekli konum paylaşır, dolayısıyla izlenebilir olmama dair de bilgilendirildikten sonra Dinyeper tıbbi tahliye sorumluluğum başladı.
Görebildiğim kadarıyla Dinyeper’de insanlar bir şekilde “normal” hayatına devam ediyorlar. Ortalıkta görülen hemen hemen her beş kişiden biri asker üniformalı. Caddelerde, sokaklarda bitişik nizam telefon kulübeleri gibi betondan, çelik kapılı acil durum sığınakları var. Sık aralıklarla telefonlara gelen hava saldırısı uyarılarına aldıran yok. Yine arada II. Dünya Savaşı belgeseli gibi geliyor insana, sirenler çalıyor ama kimselerin sığınağa falan koştuğunu görmedim, biz dahil. İstisnası var elbet: Patlama görme veya sesi duymak. O zaman herkes tam siper. Biz de dışarda isek hasta öncelikli olduğu için devam ediyoruz işimize. Evde isek sığınak olan odalarda bekliyoruz alarm iptal edilinceye dek.
Çok sık alarm olduğu için durumu gayr-ı ihtiyarı bir muhabbet hali oluyor sığınaklarda... Malumatfuruşlar başlıyor konuşmaya; Ukrayna hava savunma topları mı yoksa Rus dron saldırısı veya X-47 mi? gibilerinden. Bu arada bir parantez açayım. Malum, Ruslarda eski-yeni füze mebzul miktarda. En ünlüsü de Batı’da X-47 veya AS-24, “Killjoy” denilen, bizim medyada da “hipersonik füze” diye geçen meşhur KH-47, Kinzhal balistik füzeleri. Ukraynalı resmi kaynaklar üç günde bir şu kadar Kinzhal düşürdük diye açıklama yapmaktaymış.
Teknik bilgili yerel ve uluslararası kaynaklar da bu açıklamaları sarakaya alıyor, “Sesten on kat hızlı (Mach 10), 2000 km menzilli ve MiG-31’ler ile belli bir yükseklik ve hıza eriştikten sonra atılan, stratosfer seviyesinden hedefe yönlenen bir füzenin, 200 km menzilli Stinger ile düşürülmesi, III. kategori yalan!” diyerek. Zaten yetkililerin açıklamalarına karşın bugüne dek gösterilebilen tek bir kalıntı bile olmamış.
Ne diyeyim, savaş halleri işte!
Dinyeper’de rutin yapılan bir iş de hastanelerden “tren”e vaka taşımak. 20 vagonluk bir uzun tren katarı bu. Koltukları sökülmüş her vagonun sağ tarafı sabitlenmiş sedyelerle beş yataklı bir oda haline gelmiş. Sol taraf tıbbi malzeme alanları olarak düzenlenmiş. Cephe hattından Dinyeper’e getirilen vakalardan daha da ileri müdahale gereksinimi gösteren vakalar bu trenle Kiev’e yollanıyor. Her gün veya bazen de günaşırı.
Sivil ya da askeri; bir akut/ağır travma vakasında tıbbi yaklaşım, aralarında “Çin Seddi” olmayan üç aşamaya ayrılıyor. Travma yeri, yer ile sağlık merkezi arasındaki süreç yani transfer ve travma vakasına yaklaşımda “altın standart” olan, Hasar Kontrol Resüsitasyon’unun uygulanacağı sağlık merkezi.
CADUS; bu “sacayağı”nın birinci ve daha çok da ikinci aşamasında işlev görmeyi üstlenmiş. Dolayısıyla vakalarımız sivil-asker karışık. Çoğunlukla askeri ki bu da benim için bir soru işareti oluşturuyor! Zira sağlık platformunda gönüllü çalışma gerçekleştiren bütün uluslararası sivil toplum örgütlerinin (STÖ) (Non Governmental Organization, NGO) beş temel ilkesinden ikisi; taraflar arasında, kayıtsız şartsız tarafsız/yansız ve nötr olma (Impartiality, Neutrality). Sahra’daki onca yılımın çoğunda savaş ve çatışma bölgelerinde travma anestezisi-cerrahisi ile vakaların önce ve sonraki bakımları, ağrı tedavileri ve beslenme desteği ile ilgili sorumlu olarak çalıştım. Ve hemen hepsinde de siviller, her savaşın asıl kurbanı olan kadınlar ve çocuklar oldu hastalarım. Kuşkusuz kapıya gelen yaralının, can çekişenin ne giydiği önem kesbetmez, aslolan hayat kurtarmaktır ama o bir zorunluluksa. Hayatın akışı içerisinde mecburiyetlerden kaçınabilmek her zaman mümkün olmadığı, olamayacağı için uluslararası örgütler sorunu şöyle çözer: Çatışan iki tarafın egemenlik alanında da bir ünite kurar ve eğer sivil olmayan vaka almak zorunda kalırsa bu iki yana da sunulur olduğu için ilkeler muhafaza edilmiş olur. Rus tarafında çalışan bir STÖ yok. CADUS da yok… Dolayısıyla kafam çok rahat edemiyor. Kıvrandığımı gören ABD’li yaşlı ama yetkin paramedik eğitmeni arkadaşım Ed (Edward Young) beni bir kenara çekti:
“Ercan, bir de şöyle düşünmeye çalış: Nihayetinde kolunu, bacağını kurtardıkların… Senin sayende hayatta kalanların da ailesi, sevenleri var. Bir gün bu bitecek. Bu insanlar geriye sağlam ve hayatta döndüklerinde bekler durumda olanların ne kadar mutlu olacaklarını düşün... Ve devam et lütfen!”
Bir şey diyemedim doğrusu…
Dinyeper’den bir hafta sonra Pokrovsk’a geçtim. Yaklaşık 200 km’lik bir yolculuk. Trenle gelirken de aynı manzarayı görmüştüm: Göz alabildiğine, adeta uçsuz bucaksız düzlükler. Yükselti namına gördüğüm şeyler ne dağlar ne de tepeler. Yalnızca ağaçlar, tren yolu ve yollar.
Bu coğrafyayı görünce anlıyorsun savaşa dair görüşmelerde ana maddelerden birinin, hatta en öne geçenin neden tahıl geçiş izni üzerine olduğunu! Bu tarlalar Avrupa’yı doyurmuş, doyurur görünüyor. Zaten demografik yapı da esas olarak tipik köylü toplumu. Devasa tarlalarda buğdaylar hasat edilmiş. Kanolalar hafiften yeşermeye başlamış. Ama mısırlar koçanlarıyla, ayçiçekleri kelleleriyle duruyor?! Bu bana ilginç geldi, sordum sürücüm Yuriy’e niye hasat edilmediklerini. “Kurusun diye!” dedi. “E ortalık yağmur, kar, kış-kıyamet; güneş yok, sıcak yok, nasıl kuruyacak?” soruma önce yanıt gelmedi Yuriy’den… Biraz düşündü, sonra ekledi: “Ercan, devletten başka alan yok. Alıcı olmayınca çiftçi de bırakıyor mecburen tarlada.”
Pokrovsk merkezli cephe hattı alanında -ki Kostiantinivka, Druzhkivka, Kramatorsk (II. Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarından birinin olduğu yer) ve yakın küçük yerleşimleri de içeriyor- MSF ve CADUS ortak çalışıyor. Biz; ben, hemşire Matt (İngiliz) ve sürücü Yuriy olmak üzere tek ekibiz. MSF’nin bir hastanesi ve hepsi yerli 12 ekibi, beş tane de ambulansı var. Yerli ekipler nöbetleşe çalışıyor, biz ise sürekli.
Rus işgali altındaki Donetz’e 30-35 km mesafedeyiz. Yazdığım merkezlerden kimileri cephe hattından sadece 3-4 km uzakta. Bu yüzden Pokrovsk’tan oralara gitmek durumunda kalırsak kurşun geçirmez yelek-miğfer, koruyucu gözlük takmak ve gaz maskesi almak mecburi. Benim içinse gittiğimiz yerde, yaralının yanına gidene kadar! Zira önü arkası beşer santim kalınlığında ve 10 kiloya yakın ağırlıkta bir yelekle acil hasta müdahalesi belki mümkün ama ideal değil. Miğfer de keza… Ağırlığından bir süre sonra kafası ağrımaya başlıyor insanın…
Pokrovsk’ta tüm ekipler hastane zemin kattaki altı kişilik üç koğuşta kalıyor. Koğuşların camları kum torbaları ile takviye edilmiş. Güvenlik olarak burada da aynı hikâye. Fark; sokağa çıkma yasağı daha uzun ve hastane merkezli bir km çaplı daire dışına tek başına çıkmamız yasak.
Doğal olarak cephe hattına yaklaştıkça savaş koşulları veya izleri artıyor. Yaşama dair olan etkileri de. Dinyeper normale yakın bir rutini sürdürüyor görünürken; Pokrovsk da cephe hattındaki diğerleri de kapıları-camları kapatılıp terk edilmiş evler ve yoğun sivil göçe bağlı azalmış nüfus nedeniyle daha bir savaş yorgunu, “hayalet şehir” görünümünde. Sık sık isabet alıp harap olmuş binalar, evler görüyorsun. Ana caddelerdeki işyerleri, yeme içme ve alışveriş mekanlarının çoğu kapanmış. Bir zamanlar kent olan yerleşim merkezleri geceleri de tam anlamıyla karanlığa gömülüyor.
Rutin bir günlük akışımız var. Hep hazır bekliyoruz koğuşta. Saldırı, çatışma sırası/sonrası sığınak emri yoksa doğrudan araca gidiyoruz. Zira en fazla yarım saat sonra mesajlar uçuşmaya başlıyor. Ateşli silah, bomba, mayın, roket, balistik füze yaralıları ve yıkıntı altında kalanlar… Ya erken yanıt olarak gidip vakayı alıyoruz ya da olay yerinden götürüldüğü ilk biriminden alıp Hasar Kontrol Resüsitasyon gerçekleştirebilecek bir merkeze taşıyoruz. Kimi zaman, mesela en son 5 Ocak’ta olduğu gibi hedef Pokrovsk merkez olduğu zaman biz toparlayıp, burada halledilebilecek olanları hallediyor, ileri müdahale gerekenleri Dinyeper’e taşıyoruz.
Kullanılan ambulanslar; “Reanimobil” tabir edilen bazal ve orta yaşam desteği verip sürdürebilecek nitelik ve donanımda sivil araçlar. İşimiz; her iki konumda da aldığımız vakaları medikal olarak stabilize edip üçüncü aşama merkezine sağ-salim götürmek. Ortalama 10-12 saat sürüyor bütün süreç. Yoğun değilsek; bir transfer yapan ekibe altı saat dinlenme izni veriliyor. Diğer halde her şey bitene kadar devam!
İkinci ya da üçüncü Dinyeper dönüşü idi. Vakayı Mechnikov Hastanesi’ne bıraktık, Pokrovsk’a geri gidiyoruz. Saat sabahın beşi olmuş. O ara hemşirem olan Tess (Alman) önde uyuyor. Ben arkada sedyenin üzerine yatmış, kulağımda iPod, Iron Maiden dinliyorum. Güç toplamak, uyanık kalabilmek için! Sürücüm Sasha seslendi, “Ercan, çorba içmek ister misin?” diye. Sabah kahvaltısı hariç bir şey yiyemedik zaten, açız ama yorgunluk galebe çalıyor. Neyse, vardır bir bildiği diye olumlu yanıt verdim. Bu, biraz sonra durdurdu ambulansı. Tess uyumaya devam etmek istedi, biz indik. Yol kenarındayız, zifiri karanlıkta çamurlar içinde biraz uzunca bir baraka! Girdik içeri, içerisi bir başka alem.
Işıl ışıl bir ortam. Duvarlar askeri bayraklar, flamalar, amblem ve bröveler ile kaplı. İki sıra uzun masa ve yanlarında oturma bankları. Masaların üstü envaiçeşit yiyecek-içecek dolu. Sağ yanda tezgâh arkası bir küçük mutfak var. Tezgâhın önü ve kapı yanı da kutu kutu, kasa kasa yiyecek ve içecek ile istifli…
Tezgâh arkasındaki adamla selamlaştık, Sasha biraz lafladı. Adam bize tezgâh altındaki tencerelerden iki kase Borş çorbası doldurdu... Artık açlık ve yorgunluktan mı, gecenin sabaha vurduğu saatlerde dumanı üstünde sıcak çorba oluşundan mı, yoksa gerçekten güzel oluşundan mı bilemiyorum… Belki de hepsi birden! Ama gerçek şu ki, cennet taamı gibiydi.
Sonra adam (Anatoly) ve ben Sasha yardımıyla lafladık. Ailesinin ve Türkiye tatillerinin fotoğraflarını gösterdi… Sasha da bana hikâyeyi anlattı: Pokrovsk üzerinden cepheye gidişte son, cepheden gelişte ilk nokta imiş burası. Yöre halkı barakayı imece ile kendi yapmış. Günlük sıcak yemekleri de kendileri yapıyormuş. Masa üstü ve dört bir yana konmuş türlü çeşit yiyecek-içecek de ya onların yapımı/alımı ya da artık burayı bilenlerin bağışı. Cepheye giden ve gelen askerler burada duruyor, karınlarını doyurup devam ediyorlar. Bizim gibi çalışanlar da… Yedin, içtin... Sonra meyve, bisküvi, kek, içecek… Al cebine koy, git diyor, para da istemiyorlar.
Kenarda bir plastik kavanoz, dileyen para atabiliyor, destek olsun diye. Dayanışma ve paylaşmaya her daim canım kurban!
Pokrovsk Hastanesi bazal ve orta seviye tıbbi işleri yapabilecek düzeyde bir hastane. Ne burada ne de Dinyeper’de cerrahilerini izleyebilme şansım olmadığı için bir şey diyemem belki. Ama Dinyeper’den Kiev’e gönderilen vakalara, Pokrovsk ve çevresindeki veya Dinyeper’e taşıdığımız vakalara ve o sürece kadar yapılanları travma cerrahisi ile pre, post-op bakımında 18 yıllık tecrübesi olan bir hekim olarak tıbbi bağlamda irdelediğimde; en azından bölgede bir bilgi ve tecrübe eksikliği olduğunu düşünebilmek olası.
Bana hep ve sürekli sorulan iki soru var.
Birincisi, “Güvenlik, güvenliğiniz nasıl sağlanıyor?”
Soruyu bu vesile ile, buraya göre bir daha yanıtlayayım: Allah’a sığınıyoruz, gerisi teferruat!
İkinci soru bazen cevapta değil de ne diyeceğimi bulmakta zorlandığım soru: “Seni en çok etkileyen, unutamayacağın olay ne?”
Ama bu kez cevabım belli.
Savaş hikayeleri ender olarak ara verdiğinde amme hizmeti misal işler de yapıyoruz. Böyle bir rica geldi, kabul ettim. Bir saatlik yoldaki bir kasabada bulunan küçük hastaneye gittik. Bizi bir koğuşa götürdüler. İçerde altı tane nene. Hepsi oturuyor, biri yatar vaziyette. Odadaki iç burkucu görüntünün bakımsızlıktan ziyade, yoksulluk ve yoksunluktan kaynaklandığı aşikâr. Üzüntüyle baş etmenin en iyi yolu “karikatürize etmek”tir ya; vücut dili sağ olsun, bir şeyler yapıp güldürebilmeyi başardım hepsini. Dağıttım çocuklar için getirdiğim akide şekerlerini de (FFKÇ)… Sonunda hepsiyle sarmaş-dolaş, sarıldık, öpüştük vesselam…
Yatmakta olan nenem hastamız, taburcu edilmiş, evine gitmesinde yardım rica edilen. Yatağa bağımlı. Daha önce de bir karbon monoksit (kömür anlayın siz onu) zehirlenmesi ve inme hikayesi varmış. Yine aynı zehirlenme nedeniyle getirilmiş. Oda küçük, yataklar çok, sedye sokmak için alan yok. Baktım herkes duruyor, diz çöktüm, Ya Allah deyip kucakladım teyzeyi ve sedyeye taşıdım. Koyduk ambulansa, yollandık köyüne.
Karakış nedeniyle derin çamur-batak içinde, dört çeker ambulansın zorlukla ilerlediği yollar bana çocukluğum zamanı köyümde, Çarşamba/Karamustafalı’daki halleri anımsattı. Tek fark bizim orda kahverengi, kimi yerlerde de sarı olan toprak burada tam anlamıyla kara toprak. Canım ananem Melek Bayrak’ın ruhu şad olsun... Efendi’nin kulakları çınlasın!
Eve vardık. Küçük bir bahçe içindeki yıkık dökük evden orta yaşlı iki erkek çıktı. Biri oğluymuş. Önce içeri girip evi ve neneyi yatıracağımız yeri göstermelerini istedim. Benim elli sene önceden bildiğim köy ve yoksul köylü halleri (hoş şimdilerde şehir halleri oldu, o ayrı). Buralar anlaşıldığı kadarıyla kömür havzası aynı zamanda. Ama nenemi iki kez zehirleyen o kömür dedikleri ondan ziyade kara kum-çakıl karışımı görünümlü başka bir şey adeta! Ve her yer çamur ve kömür karışımı bir karalıkta… Virane içerisinde gösterdikleri oda biraz hallice ama öyle bir yoksulluk hali var ki evin bütün her şeyiyle, anlatılır gibi değil. Odanın bir köşesinde sandalye şeklinde oturak duruyor. Ona bakarken üzerimde bir çift göz hissettim, döndüm soluma; orda da bir yatak ve bir dede yatıyor! O da yatağa bağımlı ve konuşamıyor da…
Döndüm geri. Ben yine kucakladım neneyi, kara çamurda bileğime kadar bata çıka eve girdim. Ulan, odaya gireceğim ama göreli temiz, eşiğe bezler falan konmuş… Onu bırakamıyorum, içeri giremiyorum… Adamlar elleriyle kollarıyla bir şeyler diyorlar... Nihayet Yuriy girdi devreye, “Gir diyorlar Ercan!” diye. Yatırdım neneyi. Karı-koca karşılıklı yatıyorlar. İkisi de yatağa bağımlı ve bakıma muhtaç. Evde kadın yok. Bir oğul. Fukaralık diz boyu değil, ev boyu… Bütün bunları o keskin kömür kokusu genzini yakarken görüp bizatihi şahit olmak ama hiçbir şey yapamıyor olmanın çaresizliği…
İşte ikinci sorunun hiç unut(a)mayacağım yanıtı da bu.
Sonuç ve son söz: Bu çalışma, bu boyutuyla, yani salt ikinci aşama çalışması olarak kaldığı sürece; bir anesteziyoloji ve/veya yoğun bakım uzmanından ziyade eğitimli veya eğitilen bir paramedik işi kanımca. Anestezi ve yoğun bakım uzmanları taşıma öncesi ve sonrası süreçlerde de söz sahibi olmalı, yer almalı idi. Ama plan ya da güç şimdilik böylesi, değiştirmek de benim dışımda…
Bu yüzden süremi uzatmama kararı aldım zaten. Buraya hareketlenmemden üç gün önce Cenevre’den (Kızılhaç) aranmış ve Gazze’ye acil gidiş için çağrı almıştım. Son anda olduğu ve CADUS’a haftalar öncesi söz vermiş, her şey benim periyoduma göre ayarlanmış olduğu için mecburen olumlu yanıt veremedim.
Ancak süreci izleyip, yaşayıp değerlendirdikten sonra o kararı verdim ve Berlin’i de bilgilendirdim. İlk periyodumu bitirince kısmetse dönecek ve Kızılhaç ilk rotasyon değişiminde Gazze’ye gideceğim.
(ET/VC)