*Görsel betimleme: Fotoğrafta, mavi bir arka plan üzerinde beyaz renkte bir tekerlekli sandalye sembolü bulunan bir işaret görülmektedir. İşaret, açık havada bir yerde konumlandırılmış ve arka planda yeşil bitkiler ve ağaçlar görülmektedir.
Eşitsizlik çelişkileri büyütüyor. Çelişkiler haksızlıkları, haksızlıklar çürümeyi.
Etten kemikten bir tüketim makinesi olarak geziyoruz orta yerde.
Doğayı ve yaşamı çıkarımız sandığımız bir zarar ile dönüştürürken kuşun dalını, doğanın soluğunu ve insanın emeğini çalıyoruz.
Biz çalmasak da suskun, “makul ve iyi” insanlar olarak bunun bir parçası oluyoruz. Sonra kentler bir tehlike merkezine dönüyor.
Her yerden ölüm ve haksızlık fışkırıyor. Çoğumuz “iyi kalanlar” bunu sorunun kaynağı olanların vicdanına seslenerek değiştirmeye çalışıyoruz.
Oysa Brecht’in “Neye yarar iyiliğin?” sorusu boğulmuş bir ışık parçacığı gibi aydınlatmaya çalışıyor bizi.
“Sorun iyilik kötülük değil, var olma kavgası” diye bağırıyor kulağımızın dibinde. O kadar haklı ki. Sorunu merhamete ya da sadece vicdana havale etmek eşitsizliği doğal kabul etmeye ve muhatabın hoşgörüsüne sığınmaya yol açıyor.
Oysa hoşgörü de eşitsizliğin kanıksanması sonuçta. Bu durum ise yaşam hakkı dahil her şeyin pazarlık konusu olduğu şu garip dünyada, en temel hakları lütuf gibi görmeye neden oluyor.
Engellilerin eşit ve erişilebilir yaşam talebi, sokak hayvanlarının yaşam hakkını koruma gibi en temel haklar bir imtiyaz meselesine dönüştürülüyor.
Bu “sağlamcılık”, “türcülük” gibi ayrımcı ideolojilerin bir sonucu ve en az onlar kadar mide bulandırıcı.
Oysa bizim yaşamı savunmak için kimsenin vicdanına ya da imtiyazına ihtiyacımız yok. Aksini düşünmeye gerek bile yok çünkü sonuçlarını görüyoruz.
Gündemde yer alan Hayvan Katliam Yasası’na verilen tepkilerin bazıları bu konuda tekrar düşünmeme neden oldu.
Yıllardır sakat hareketi içerisinde belli grupların başvurduğu muhatabın vicdanına oynayarak “Sonuç alma yönteminin” zararını ve bu yöntemden rahatsızlığımı her fırsatta dile getirmeye çalıştım. Aynısını hayvan hakları mücadelesinde de görünce öfkem katlandı. Söz konusu olan can.
Yaşam alanları iradeleri dışında değiştirilen ve onlar için bir zindana dönüştürülen canlılar. Burada akla gelmesi gereken en gür tonda “toplayamazsın, hapsedemezsin, öldüremezsin” demek.
Yoksa muhatabın da kendine göre vicdani gerekçeler yaratır ve odağını kaydırır.
Öyle olmasa bile zaten yaşam hakkı ricalara sığamayacak kadar önemli ve temel bir hak. Birkaç gün önce Samsun’da iki körün belediyenin sorumsuzca açtığı bir çukura düştüğüne dair bir haber okudum.
“Görme engellileri de düşünün” demek bir çözüm mü? Tabi ki hayır. O çukura başka birisi de düşebilirdi. Velev ki sadece körlerin düşme ihtimali olsun. Düşmesini engellemek yerel yönetimlerin görevi ve bunu yaptıkları için teşekkür beklemeye hakları yok. Benzer bir durum pandemi döneminde Ankara’da yaşanmıştı. Kör bir arkadaşımız Ankaray raylarında feci bir şekilde can vermişti.
Yaşam hakkını güçlü bir şekilde savunamadığımız ve bazı engelli oluşumları tıpkı yukarıdaki gibi vicdanlara ve tribünlere oynadığı için “sorun çözüldü.”
Nasıl çözüldü? Belediye başkanı kılavuz çizgi ile ray arasına bariyer koyma maliyetinden kaçındığı için, istasyona inen körlerin koluna bir güvenlik takarak çok yaratıcı bir şekilde çözdü sorunu.
Oysa sorun sadece körlerin sorunu değildi. Herhangi birisi dalgınken o raylara düşebilirdi. Tekrar belirtiyorum, sadece körler için olsa bile bunu yapmak zorundaydı. Çözüm engellilerin bağımsız seyahat hakkını kısıtlamak değildi. İzmir’de iki kişi karşıdan karşıya geçerken elektrik çarpması sonucu öldü. Çok üzücü, yaşadığımız çağdan utanmamız gereken bir ölüm şekliydi.
Gerçi yaşadığımız çağ utancın her türünü yaşatıyor ama olsun. Toplumsal refleksimiz o kadar zayıflamış ki bu bile gündem olmadı.
Zaten bir mağduriyet anca daha zayıf halkalar hedef gösterilerek dillendiriliyor artık. Göçmene, sokakta yaşayan hayvana yönelen öfke hiçbir zaman sorumlulara yönelmiyor. İşte bu da “Merhametli, hoşgörülü” bir kültürün sorunu.
Elbet burada vicdanın varlığı sorun değil. O bizim bu yabancılaşma içerisinde en güzel, en korunası yanlarımızdan biri.
Sorun her şeyi neden sonuç ilişkisi dışında değerlendirerek, cehaleti kutsayarak, öğrenmeden bilerek ve politika dışı deyip yanlış yerden politikleştirerek değerlendirmemiz.
Oysa her şey politik, sınıfsal ve neden sonuç ilişkisine bağlı. Her adımımızın hayatta bir karşılığı var ve en çok kendimiz olmaya ihtiyacımız var. Kendimizden soyutlandıkça, en insani yönlerimizi törpüledikçe çürüyoruz. Sosyal medya da çokbilmişin birinin yaptığı yorumu ibret olsun diye buraya alıntılıyorum.
Köpeklerden sonra sıra engellilere de gelebilir diyen bir engelliye şöyle bir yorum yazmış birisi: “kardeşim yani öğle yemeğinde yiyip bunu mu …?”
Olmayan bilgisiyle, tarihten, öjeni uygulamalarından falan bihaber ama böyle bir cüret ile yazıyor. Yani onun dilinden konuşursak “sap yiyip saman …” Diğer yorumlar da bu kadar kaba olmasa bile benzer içerikte. İlgili tweet ile ben karşılaşmış olsaydım, “ya bu kişiye bunu yazdıran ne” diye düşünür ve araştırma yapardım.
Oysa onun öyle bir şeye ihtiyacı yok. Sağlamcı kibri ve cahil cesaretiyle, karşısındakine had bildiriyor kendince. Yani düşünmenin, sorgulamanın ve kalıplara sıkışmamanın önemini ibretlik bir şekilde göstermiş oluyor.
Bende hep “ibret gösterilen” taraftan olan biri olarak, gerçek ibretliğe işaret etmenin mütevazı avuntusuyla bu haftaki yazımı sonlandırıyorum.
(BS/EMK)