Aşk insanın en yalın hâlidir belki. En çok kendi olduğu, en çok kendinden soyutlandığı. Belki bir özlemin yoğunlaşması, belki duygusal boşluk belki yanılsama, belki gerçeklik… Hani varlığı da yokluğu da tartışılır ama o kendini hissettirir bir biçimiyle. Nasıl adlandırılırsa adlandırılsın güzeldir. Çıkarsızdır. Umutla umutsuzluk hâlidir. Yaratıcılıktır. Güzel olmaktır.
En belirgin özelliği de hesapsız olmasıdır.
Belki aşkın, bugünün dünyasına ait biçimlerini yaşıyoruz. Daha farklı bir toplumda, daha farklı bir bilinçle nasıl yaşardık o çekimi? Bilinmez. Günlük hayatı çıkarların şekillendirdiği bir dünyada, saf bir çekim duygusunun yarattığı ilişkiyi yaşamak neredeyse hiç karşılaşılmayan bir “doğa olayı”. Öyle olmasa "Sevgililer Günü" diye bir kazanç kapısı ortaya çıkmazdı. Bilincimizi çevresel koşullarımız belirlediği için ilişkilerin mahiyetini de o belirliyor. O çekim hissinin mantığı devre dışı bırakma durumu çok sık yaşanmaz. Sonuçta, işin ucu sevgiyle süslenmiş "mantığa" dayanıyor.
"Mantık" sınırları
Bu gerçekliği sağlamcılık perspektifinden irdelemek istiyorum, çünkü sağlamcılığın en belirleyici olduğu konulardan biri de bu. Örneğin, engelli birinin sınırsızca aşık olma durumu olsa da, bu aşkın yanıt bulamaması veya "mantık" sınırlarına dayanarak ilişkiye dönüşememesi oldukça yaygın bir gerçeklik. Öznel değerlendirmeme göre son zamanlarda bu durum bayağı değişti; ama tam anlamıyla dönüşmedi. Yer yer kişisel özelliklerimiz, şansımız ve hoşlandığımız kişinin bilinçli olmasından dolayı sevgi ilişkiye dönüşüyor. Ben yine de her engellinin, en azından bir kere, sağlamcı nedenlerle reddedildiğini düşünüyorum. Bu tahminimde yanılmayı da çok isterim.
Sağlamcılık, bir eksik görme durumu olduğu için bazen adaylık aşamasına bile gelinemeyebiliyor. Hatta mantık ilişkilerinde en belirleyici olan “yetenek, kariyer” gibi özellikler bile ikincil hale gelebiliyor. Geçenlerde, tanınmış bir körle ve aynı zamanda toplumda bilinen bir isimle sohbet ediyorduk. "Ön yargının ilişkilerde belirleyici olmasında, karşı tarafın entelektüel olması bile bir şey değiştirmiyor," demişti. Ben de entelektüellerin de engelliliğe dair toplumdan farklı bir anlayışa sahip olmadığını söyledim. Aslında inşa edilen “normalin” sonucu bu tür ön yargılar.
Yanılgılar bütünü
Yüreklerinin gittiği yere gitmeyi bir serüven gibi değerlendirip, mantıklarının ve ön yargılarının götürdüğü yere yöneliyorlar. Diğer taraftan, şu gerçeklik de var: İlişki başladığında, çiftlerden biri engelli değilse, daha fazla şeyi göze almak zorunda kalıyor. Çünkü sürekli olarak toplumun delici ve sorgulayıcı bakışları altında. Toplum her şeyi bildiğini sanıyor, oysa bildiklerinin çoğu yanılgılar bütünü. Yine de cehaletin verdiği özgüvenle, insanların hayatına müdahale etmeye devam ediyor. Çiftlerden biri engelli değilse onda bir “kusur” olabileceğini iddia ediyor ve hiç tanımadıkları insanlara bile özel yaşamları hakkında sorular sorabiliyorlar.
Otobüsteki yolcudan sokaktaki teyzeye kadar 16 yıldır bizim hayatımıza burnunu sokmayan kalmadı. Bu, son derece yıpratıcı bir durum. Hatta toplum bununla da yetinmeyip insanların partnerlerini belirleme hakkını bile kendinde görüyor. Bunlardan en yaygın olanlardan birisi şu: Kişi körse onun hayatına giren kişi ya az gören olmalıymış ya da başka engeli olmalıymış. Kör ile kör yapamazmış. Gören zaten köre bakmazmış. Baksa da yürümezmiş o iş. O nedenle körün partneri “aksak” falan olabilirmiş. Maalesef bu durum engelliler için de geçerli. Kanıksanmış sağlamcılık nedeniyle benzer düşünceleri paylaşanlar, engelliler arasında da az değil.
Toplum olarak bu kadar problem yaratmayı sevmesek, ön yargılarımızla yüzleşsek her şey değişir. Belki bir gün, mantığı doğru yerden kurmayı ve bazen de kendimizi yüreğimizin sandalında sulara salıvermeyi öğreniriz. Unuttuğumuz insanlığımızı, bize dair olanı hatırlarız. Sonra “bir ceylan su içmeye iner/çayırları büyürken görürüz” onu düşündüğümüzde. Dizelerden saçma anlamlar ve avuntular bulup kendi uçurtmamızla süzülüveririz gökyüzüne. Hadi unuttuğumuz kendimizi aramaya çıkalım. Aşk da gelir zaten. Derinlerde yaşar ama dalları yakındadır onun. Bu haftanın konusunun aşk olduğunu söylediler. Ben de "aşk biraz da saçmalamaktır” deyip, aklıma geleni sayfaya aktardım. Dilimiz sürçtüyse affola. Siz en iyisi gidip aşık olun. Bunu anca sağlam bir aşk acısı unutturur. (BS/TY)