Handan Çağlayan’ın “Önce Anadili: Eğitimde Anadili ve Çokdillilik Projesi”nin bir parçası olarak yaptığı alan araştırmasının sonuçlarını kitaplaştırdı.
Bu proje Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün (DİSA), Açık Toplum Vakfı, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO), Eğitim Sen, Eğitimde Ortak Çözüm Derneği (EOÇD), Heinrich Böll Stiftung Derneği (HBSD ve TZP Kurdî destekleniyor.
Alan araştırması Diyarbakır’da 2013’te yapıldı. Çalışma yüz yüze görüşmeler, odak grup toplantıları, aile ve okul ziyaretleri, konuyla ilgili toplum örgütü temsilcileriyle görüşmeler ve gözlem yöntemiyle gerçekleştirildi. Alan araştırmasının yapıldığı tarih göz önüne alındığında çalışmanın oldukça yeni olduğu ve çok büyük adımlar atılmamış olsa da çözüm sürecinin ilk sonuçlarının değerlendirilmesi açısından çok önemli olduğu ortaya çıkıyor. Çağlayan kitabına “Aynı Evde Ayrı Diller” adını uygun görmüş. Üst başlık ise “Kuşaklararası Dil Değişimi / Eğilimler, Sınırlar, Olanaklar, Diyarbakır”.
Çağlayan Diyarbakır’ı seçme nedenini tarih boyunca çokdilli bir kent olması ile açıklıyor. DİSA’nın merkezinin kentte olması pratik bir yarar sağlamış ancak kent aynı zamanda Kürtçeye yönelik yasakların en şiddetli ve tahripkar olduğu bu yönüyle de simgeleşmiş bir yer.
Yazar, kentin çokdilli kültürünü ve tarihini şöyle aktarıyor: “Tarih boyunca çokdilli bir kent olmuş Diyarbakır. Evliya Çelebi'nin Seyehatnâ-me'sinde Diyarbakır'da konuşulan dillerarasında Arapça, Türkçe, Farsça, Ermenice ve Kürtçeden söz edilir. Martin van Bruinessen, Seyehatnâme'de Diyarbakır'la ilgili bölümler üzerine yaptığı değerlendirmede, Çelebi'nin saydıklarına Süryanilerin ve Nasturilerin konuştukları çeşitli Arami lehçelerin de eklenebileceğini söyler.”
Bu zenginlik baskı sonucu zamanla gerilemiş örneğin şöyle diyor: “Diyarbakır geçmişte olduğu gibi şimdi de çokdilli. Ancak bu çokdilliliğin zaman içinde değişim geçirdiği de bir gerçek. Farsça artık sadece komşu bir ülkenin dili olmanın ötesinde anlam ifade etmiyor örneğin. Arapça, Diyarbakır'a sınır iller durumundaki Mardin'de, Siirt'te ve Urfa'nın belli bölgelerinde halen yaygın olarak konuşulmaya devam etse bile, o da günümüzde Diyarbakır'daki dillerden biri olmaktan çıkmış. Tek tek sayılabilecek denli azalmış olan Süryanilerin ve Nasturilerin dilleri de yaşayan, kullanılan dillerden ziyade, kentin kültürel mirası içinde saymaya devam edebilmek açısından titizlikle korunması gereken numunelik diller durumunda. Evliya Çelebi'nin Diyarbakır'ı ziyaret ettiği zamanda yaygın kullanılan dillerden biri olarak zikrettiği Ermenice de artık kentin sokaklarında duyulmuyor.”
Aynı Evde Ayrı Diller / Kuşaklararası Dil Değişimi Yazan: Handan Çağlayan DİSA Yayınları 2014 |
Bu noktada Diyarbakır’da Balıkçılar'daki eski bir çarşı halen Çarşiya Şewitîolarak anılması önemli. Kürtçede anlamı “Yanık Çarşı”. Çarşı 1884, 1915 ve 1940’da geçirdiği yangınlardan çok zarar görmüş. Şeyhmus Diken, 1915’deki yangında çarşının en çok Müslüman olmayan esnafının zarar gördüğünü aktarıyor.1894’te yangın çıktığında çarşıda Ermeni esnafa ait bine yakın dükkanın yakıldığı da aktarılanlar arasında. Çağlayan’a çarşının hala Yanık Çarşı olarak anılması, Ermenilerin sadece çarşıdan değil kentten de silinmesini simgelediğini belirtiyor.
“(Bu) Ermenicenin, 20. yüzyılın başlarından bu yana neden artık duyulmadığına dair kentin toplumsal ve mekânsal hafızasına kazınmış bir belge niteliğinde.”
Çağlayan çalışmasının kuşaklar boyu Kürtçenin toplumda görünürlüğü ve yaygınlığını nasıl değiştiğini kitabın ikinci bölümü olan “Kuşaklar ve Diller”de anlatıyor. İlk bölümü anadili, çokdillilik, tekdilleştirmeye ilişkin kavram ve yaklaşımları aktarmış. Çalışmanın ana gövdesini oluşturan ikinci bölümde yüzyüze görüşmelerden derlediği tanıklıklar, görüşler, yaşanmışlıklar aktarılıyor.
Mesela şöyle bir aktarım var: “Babaannem benimle genellikle Türkçe konuşuyor. Türkçe az konuşuyor. Ben bazen babaannem benden su istediği zaman anlıyorum”. Bu sözler 10 yaşındaki Nilay’a ait. Birinci kuşak Kürtler torunlarıyla anlaşabilmek için kendilerini bilmedikleri bir dilde ifade etmeye çabalıyor. Ancak bu iletişim çok sınırlı. Bu tanıklıklarda çocuklar aile büyüklerinin Türkçe konuşmalarını çok anlayamadıklarını söylüyorlar, hatta bazıları komik bulduğunu ifade ediyor. Birinci kuşakla üçüncü kuşağın anlaşmasında bir kalıp da şöyle: “Yaşlılar Kürtçe konuşuyor. Hatta kendileriyle ya da yanlarında Türkçe konuşulmasını hoş karşılamıyorlar”. Bu sözler Bermal’e ait; o ise 25 yaşında.
İkinci kuşağın arada kalmışlığı ise başka bir resim koyuyor ortaya. Devran anlatıyor: “Çocuklarla Türkçe konuşuyorum. Anne, baba ile Kürtçe. Okula gidene kadar Türkçe konuşacağım… okulda zorluk çekmesin. Çünkü ben Türkçe bilmediğim için okulda zorluk çektim.”
Arada kalmışlığın başka bir tezahürü daha var: “Mutlu olduğumda valla galiba Kürtçe konuşuyorum. Mesela bazıları var, Türkçe konuşuyor ama öfkelendiğinde bir anda Kürtçeye çevirebiliyor ya da bir fıkra anlatırken. Aracını sürerken Kürtçe küfür ediyor aniden.”
Bu aktarım Delal’e ait. 25 yaşında. Duygusal arada kalma yaşla çok ilgili değil. Örneğin 45 yaşındaki Ferda şöyle diyor: “Tartışmalarım genelde Kürtçedir. Kızgınlıklarım, agresifliklerim hepsi Kürtçedir. Ondan sonra, güzel şeyler anlattığımda Kürtçedir. Uzun yıllardır rüyalarımı Kürtçe görüyorum”.
Şakire ise şöyle anlatıyor: “Genellikle çocukları severken annem diyorum, babam diyorum. Türkçe yani. Mutlu olduğumda, üzgün olduğumda Zazakî. İçten gelen bir şeydir. Onu şey yapamıyorsun”. 35 yaşında Şakire, Çorlu’da yaşıyor şimdi, Türkçe eğitim görmüş ve ailesinde şu an ikinci kuşak.
Ancak ailesinde üçüncü kuşak olan üniversite mezunu Metin’in sözleri Kürtlerin anadili ile olan ilişkilerini, uzun yılların baskısının ve bu baskıya başkaldırışın nasıl bir sonuç doğurduğunu çok net tarif ediyor: “Hocam ben annemle Türkçe konuşamıyorum. Yani bana böyle suni bir şey gibi geliyor. Onunla asla Türkçe konuşamam”.
Kitabın özellikle görüşmelerle zenginleştirilen bu kısmı çok güzel derlenmiş ve aktarılmış. Handan Çağlayan’ın çalışması sonuçta anadili konusunda oluşturulan literatürün önemli bir parçası olmuş. (HK)