“Sözün özü” lafını çok seviyorum. Ahmet Büke’nin öykülerini neden seviyorsun sorusuna genel olarak sözcükleri katar katar dizseniz, tuğla tuğla kitaplar yazsanız anlatamayacaklarınızı her yeni öyküsünde daha bir özlü söyleyiveriyor diye yanıt veririm.
İlk zamanlarda yani “İzmir Postasının Adamları”nda (2004) ya da “Çiğdem Külahı”nda (2006) kendi ölçülerinde hacimli metinleri vardı.
“Alnı Mavide” (2008), “Kumrunun Gördüğü” (2010), “Ekmek ve Zeytin” (2011) ve “Cazibe İstasyonu” (2012)… Sözcüklerde tasarrufu yavaş yavaş mükemmelleşti, özün vuruculuğu artıkça arttı. Kısaldı, kısaldıkça keskinleşti, dokunduğu yerde daha çok iz bırakır oldu.
Yeni öykü kitabı “Yüklük”ün bıraktığı iz daha da belirgin.
Keza Ahmet Büke’nin “sözün özü” yaklaşımı hak ettiği ilgiyi ve takdiri aldı 2008'de "Alnı Mavide" ile Oğuz Atay Öykü Ödülü'nü, 2011'de “Kumrunun Gördüğü” ile Sait Faik Hikâye Armağanı'nı aldı. Bu toprakların öyküsü denildiğinde ya da öykücüsü dendiğinde adı anılan yazarların arasına girmiş olması tesadüf değil kısacası.
Notos Öykü’nün Sait Faik’e ayrılan Nisan sayısına yazdığı “Sait Abi Merhaba” diyerek başladığı “kısa” mektubunda şöyle diyor: “Öykücünün kaderi biraz da bu. Söylemeden anlatmak, anlatmadan hissettirmek: sadece bir damladan deniz olmaya çalışmak…
“Şiir için öfkeli, çok yetenekli, çok kadın, çok erkek olmak gerekiyor.
“Ama öykü çolak kolunu saklayan bir çocuk hüznünde geliyor insana. Geliyor ve şurana konuyor. Gitmiyor. Kovmaya da gönlün razı olmuyor. Çünkü senden uçup gitse, bir başka nefese çarpmadan solup düşecek. (…)
“Öykünün zayıflığında bir güç, zorluğunda bir kolaylık olduğunu görüyorum. Onu çok az insan önemsiyor ama belki de bu yüzden dünyayı etkiliyor hissettirmeden. Başarmak çok zor ama sadece ilk cümle ile aşılıyor her şey.”
Öykücülüğünü anlatmak için bu kadar alıntı yeter. Mektubun tümünü alıntılayıp, yazıma mal etmek isteğini bastırmak da zor ayrıca. Çok yetkin, çünkü bunun gibi meramını böyle güçlü anlatan çok az metin okudum.
İlk cümlenin öneminden bahsediyor ya, son cümlenin bir ağırlığı olmalı, kapıyı afili kapatmak gerekir. Mektubun son cümlesini de ödünç alayım: “Öykü biraz da huy işte, ‘Denizler dalgalanmadan durulmaz,’ diyen iyimser bir anne sesi gibi.”
Yüklük’ün ilk öyküsü “Bu Sene Her Şey İyi Olacak” örneğin, sırtımıza yüklenen ağırlığı her satırında daha da hissettiriyor:
Şöyle diyor mesela:
“Adı Nezih.
“Abimin asker arkadaşı.
“Mevzilerine roket atmışlar. Abim her ay hastaneye gitmek zorunda. Nezih’in kafasının yarısında metal ve ayakları da tutmuyor. Abim taşıyor onu evinden. Her ay.”
Abinin adı Kadir. Kardeşin adı Ateş, annenin adı Habibe, babanın Haydar, rahmetli. Kadir de ilaçlarını kullanmak zorunda… Yük ağır, gittikçe ağırlaşıyor.
Ahmet Büke kapıyı afili kapatıyor lakin:
“Annemle ortadaki kızartmaya bakıyoruz. ‘Ateş bitiriver oğlum. Sarımsaklı bu. Dolaba girmez şimdi.”
Hüzünle kıvrılan dudağımın kıyısına utangaç bir gülümseme konuyor. Yani alıyor o yükü, yüklüğe kaldırıyor bizim için.
Öyküyü bitirip devam edecek güç bulana kadar kapatırken Yüklük"ün kapağını, Ahmet Büke'den kalan özün sözü benim için şu oluyor “Ah!”. (HK/YY)