Operasyon sonrasında köye giden köylüler, evler, ağaçlar, tarlaların bombalandığını ve köyün yakıldığını görürler. Köyde yaşamakta olan Hıdır, Hatun, Yeter, Elif Işık ve Düzali, Güllüzar ve 3 yaşında bir bebek olan Dilek Serin'e ait hiçbir iz göremezler. Köyden sorumlu olan Gökçek Jandarma Karakolu, köylülere "onları biz de görmedik" cevabını verir.
Olay tarihinde asker olan ve olaydan bir-iki gün sonra Tunceli'ye dönen Işık ailesinin büyük oğlu Ali, kendisine yapılan tüm uyarılara rağmen Mirik'e yakınlarını aramaya gider.
Olay tarihinde Tunceli merkezde okula gittiği için tesadüfen kurtulan Işık ailesinin öteki oğlu Süleyman, yakınlarından haber alamaması üzerine 30 Eylül 1994 günü TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanlığı'na dilekçe verir ve "yakınları hakkında araştırma yapılarak onların ölü veya sağ olup olmadıkları" hakkında bilgi verilmesini ister.
Süleyman, köye giden abisi Ali'den haber alınamaması üzerine 7 Ekim 1994 günü Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı'na dilekçe verir. Bu dilekçede özetle "ailesinin ve köye giden abisinin akibetini" sorar. Cumhuriyet savcısı, dilekçeyi işleme koyar; ne var ki yeterli bir inceleme yapmaz; olay yeri Mirik'e gitme gereği duymaz.
8 Ekim 1994 günü Ali Işık'ın cesedi, bir çoban tarafından köy yakınında bulunur. Ali'nin vücudu çıplaktır; başı ezilmiştir; sonradan kesinleşen Adli Tıp Raporu'ndaki duygusuz cümlelere göre "ateşli silah yaralaması" sonucu ölmüştür. Ali'nin cesedinin çoban tarafından bulunduğu yerin önemli bir özelliği ise, Gökçek Karakolu'nun hemen altında ve karakolun görüş mesafesi içinde oluşudur.
Köylülerin kendi çabalarıyla cesedi bulmalarından sonra Savcılık olaya el koyar; Süleyman Işık ve Kamer Serin'in ifadelerini alır. Savcı, iki buçuk ayı ancak bulan incelemesi sonunda "zorla kayıp etme" ve "adam öldürme" filleri hakkında bir sonuca ulaşamaz; 5 Aralık 1994 günü "faili meçhul eylem ve cinayet" değerlendirmesiyle dosyayı DGM'ye gönderir. DGM, örgüt mensuplarının işlediği suçlara bakmaktadır.
Bu arada incelemesini bitiren diğer bir kurum da TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'dur. Dönemin Komisyon Başkanı Sabri Yavuz tarafından 27 Aralık 1994 günü Süleyman Işık'a gönderilen mektupta "kayıp kişiler hakkında herhangi bir bulgunun elde edilemediği... Kutuderesi operasyonunda ağır kayıplar veren örgütün bu iki hane efradını rehin aldıkları ya da ihbar ettikleri düşüncesiyle yanlarında götürdüklerinin değerlendirildiği" bildirilir.
Bu tarihten itibaren Mirik olayı, Savcılık, Jandarma ve Emniyetin tozlu dosyalarında "faili meçhul olay" olarak kalır; hiçbir ilerleme sağlanamaz; araştırma fiilen durur.
Tunceli'de OHAL kaldırılır. Çatışma ve terör ortamı kısmen sona erer. Süleyman Işık ve Kamer Serin, bölgedeki benzer olayların bir parça tartışılmasından güç alarak, 2003 yılında Bolu Komando Tugayı askerlerinin olaydaki sorumluluğunun araştırılması için yeni bir dilekçe verirler. Ancak bu dilekçenin akibeti de 1994'teki gibi olur. Rutin Savcılık işlemleri; "faili meçhul olay" değerlendirmeleri ve bitmek bilmeyen yazışmalardan sonuca ulaşamazlar.
10 yıldan sonra hiçbir sonuca ulaşamayan mağdurlar kaçınılmaz olarak AİHM'e başvururlar. AİHM'e başvuru sonrası özellikle Kulp-Alacaköy'de kaybolanların cesetlerinin tesadüfen bulunmasından hareketle Genelkurmay Başkanı'na bir mektup yazarlar. Olayın aydınlatılması için devreye girmelerini ve çözüm için işbirliğine hazır olduklarını bildirirler. Ne var ki, Aralık 2004'te gönderdikleri bu mektuba bir cevap alamazlar. Mektubun basında genişçe yer alması Tunceli Savcısını harekete geçirir; 11 yıl sonra köyde keşif yapılır; ancak aradan geçen uzun zamandan sonra kayıp kişilerden hiçbir iz kalmamıştır. Böylece Mirik olayı bir kere daha kördüğüm olur.
Mirik'teki felaketten sadece iki yıl önce Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu toplanır; "insan soyunun devredilemez hakları bulunduğuna" dikkat çeker; "bir çok ülkede kayıp olaylarının doğrudan hükümetin görevlileri, hükümet namına çalışan görevliler veya hükümetin doğrudan veya dolaylı desteği, rızası veya onayı ile hareket eden organize grupların veya şahısların işi olduğuna" vurgu yaparak "Herkesin Zorla Kayıp Edilmeye Karşı Korunmasına Dair Bildiri"yi kabul ettiğini açıklar.
Bildiriye göre; zorla kayıp edilme fiili insanlığa karşı bir suçtur. Bir insanlık suçu, insan haklarını ağır ve vahim şekilde ihlal eden bir eylem olarak cezalandırılır; zorla kayıp etme fiili, sadece buna maruz kalan kişilerin değil, ailelerinin de ağır ıstıraplar çekmelerine yol açar; bu fiil, insan kişiliğinin saygınlığını, kişi özgürlüğü ve güvenliğini, işkenceye karşı korunma hakkını ihlal eder; bu fiil, yaşama hakkına karşı da ağır bir tehlike ve ihlal oluşturur. Hiçbir devlet kişileri zorla kayıp edemez, buna izin veremez ve hoşörü gösteremez. Her devlet kendi toprakları üzerindeki kayıp etme fiillerini önlemek ve sona erdirmek için gerekli kanuni, idari, yargısal ve etkili diğer tedbirleri alır. Bütün zorla kayıp edilme fiilleri ülkelerin ceza kanunlarıyla ağır şekilde cezalandırılır. Kayıp fiilini gerçekleştiren görevlilerin görevden alınması gerekir. Zorla kayıp etme fiili aydınlatılmadıkça "devam eden bir suç" olarak kabul edilir; zorla kayıp etme fiillerinde "zamanaşımı" durur. Zorla kayıp suçunun failleri "af" veya benzeri bir tedbirden yararlanamazlar.
Türkiye'deki zorla kayıp etme fiillerinin diğer ülkelerden önemli bir farkı, kayıp edilen kişilerin akibetlerinin hiçbir zaman bilinmemesi ve mağdurların yıllar sonra da olsa serbest bırakılmamasıdır. Bu sebeple, Türkiye'deki zorla kayıp edilmiş kişilerin öldüğüne kesin gözüyle bakılıyor. Ancak buna rağmen Türk Ceza Kanunu'nda zorla kayıp etme fiili hala bir "suç" değildir.
Türkiye, özellikle '90'lı yıllarda meydana gelen binlerce kayıp fiilini aydınlatamamıştır. "Hükümetin görevlileri veya hükümetin onayı ve izni ile hareket eden kişi veya gruplar"dan hesap sorulamamıştır. Bugüne kadar yargı önüne çıkarılmış tek bir kamu görevlisi yoktur. Bölgede meydana gelen kayıp fiillerinde adı sıkça geçen askeri yetkililer soruşturulmak bir yana, adeta "yargı muafiyeti"ne sahip olmuştur. "Kayıplar Kurultayı" gibi uluslararası organizasyonlar dahi polis gölgesinde yapılmaktadır.
İnsanlığa karşı bir suç olan "zorla kayıp etme" fiilleri zamanaşımına uğramazlar. Bu, suçun işlenmesinden çok uzun bir zaman sonra bile bu suçu işleyenlere karşı hukuksal kovuşturma yapılabileceği anlamına gelir. Zamanaşımına uğramazlık ilkesi en ağır ve yargılanması güç olan suçların cezasız kalmasının önüne geçilmesini sağlar.
Mirik'te 12 önce gerçekleşen zorla kayıp etme suçunun failleri de er veya geç yargılanacaklardır. 3 yaşındaki çocuğa kıyan ve yaşama hakkını ihlal edenler mutlaka yargı önünde hesap vereceklerdir. Mirik'te gerçekleşen ve "devam eden insanlık suçu" bunu zorunlu hale getiriyor. Uluslararası hukuk ve Mirik'te kayıp edilen mağdurlardan kalan "solmayan fotoğraflar" buna inanmamızı sağlıyor.(HA/EÖ)