*Fotoğraflar: Die Wächterin belgeselinden.
Herhangi bir Süryani'nin kalmadığı köyde tek başına yaşayan bir rahibe...
Köye hâkim tepedeki kilisenin nöbetçiliğini yaparken kendini adeta bir Orta Çağ kalesindeymişçesine savunmak zorunda kalan cesur bir kadın...
Onunla uğraşan komşuları bir yana, muhtar gibi resmî makam sahiplerinin tehditlerine karşı dik duran güçlü bir kişilik...
Uzun yıllar boyunca kilisede hizmet vermiş rahip Abuna vefat ettikten sonra da, atalarının coğrafyadaki izlerinin silinmemesi için direnen kendine has bir karakter...
Nöbetçi (Die Wächterin/The Guardian) başlıklı belgesel seyirciyi rahibe Dayrayto'nun yaşantısına zarafetle dahil ediyor.
Almanya'dan kadın yönetmen Martina Priessner kahramanına şefkatle eğilirken bizi köyün hem acıklı mazisine götürüyor, hem de terk edilmiş ve ıssız bir bir yerleşim merkezinin büyülü dünyasına dalmamıza imkân tanıyor.
2020 DOK Leipzig'de Goethe-Institut Belgesel Ödülüne layık görülen 87 dakikalık eser kâh duygusal anlar yaşatırken, kâh seyircinin öfkeyle dolmasına neden oluyor.
Türkiye tarafından sık sık ihlal edilen Lozan Antlaşmasında azınlıklar arasında adı bile anılmayan bölgenin kadim halkı Süryaniler asırlardan sonra ilk defa yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
İlelebet kaybolacak değerlerin hepimizin değerleri olduğunu hatırlamakta fayda var.
Tehditler sürüyor
Belgeselin çekildiği sıcak günlerde coğrafyaya çoğunlukla sükûnet hâkim. Uzaktan nadiren geçmekte olan motorlu araçların gürültüsü zar zor duyuluyor.
Dikkatle kulak kesildiğimizde cırcır böcekleri, coşkuyla öten kuşlar ve usulca esen rüzgârın verdiği huzur inkâr edilemez.
Arada sırada çalan çanın sesi kuru otlarla kaplı ovada yankılanırken kamera bizi sarı renkli taşlarla inşa edilmiş, çoğu yıkık köy evlerinin üzerinde dolaştırıyor.
Fakat kahramanımız Ortodoks Dayrayto'ya baktığımızda onu mütemadiyen hareket halinde görüyoruz: tavuk ve civcivlerini besliyor, kedileriyle ilgileniyor, kilisenin içini veya avlusunu süpürüyor, ineğini otlamaya götürüyor; ama en çok, ona bekçilik eden iki koca köpeğiyle uğraşırken mutlu sanki.
Gecenin garip saatlerinde kiliseye dadanan mafyavari tipleri söylene söylene anlatıyor; diğer yandan da komşularının ona karşı duyduğu garez yüzünden köpeklerini zehirlediklerini aktarıyor.
Yumuş adını verdiği köpeğinin halsizliği onu üzüyor, tatlı-sert ilişkilerinde ona duyduğu sevgi daima ön plana çıkıyor. Zaten hizmetlerinden düzenli olarak yararlandığı veterinerlerle arası gayet iyi.
Dayrayto'nun inatçı bir karakter olduğu her halinden belli, güçlü fiziği yılların izlerini taşıyor olsa da davasına hayatını adamış olduğu bariz: bekçiliğini üstlendiği Zaz köyünü ve kiliseyi terk etmeye hiç niyeti yok.
Annesi, ablası ve bir kız kardeşi İsveç'e, bir diğer kız kardeşi Avustralya'ya göç etmiş.
Arada bilhassa annesiyle telefon görüşmesi yapmaya çalışıyor: gitmek zorunda kaldıktan sonra sadece bir kere, 2005'te köyünü ziyaret edebilmiş anne memleket hasretiyle yanıp tutuşuyor: "Geleceğim kızım!" derken telefonda ağladığı oluyormuş.
Ender de olsa arada, köyde artık esamesi okunmayan Süryani cemaatinin temsilcilerini veya kiliseyi ziyaret etmeye gelmiş inançlı kişileri de görüyoruz; fakat genelde Dayrayto dikenli tellerle kuşatılmış kilisesinde tek başına sebatla hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Kilisede gözü olanlar
Amazon kadınlarını andıran kahramanımız gecenin zifirî karanlığında tekbir getirerek kilisenin kapısına dayananları anlatıyor. " Ne istiyorsunuz?" diye bağırdığında "Gâvur, burayı terk et!" cevabını aldığını belirtiyor.
Çocukluğundan beri ana dili Süryanice'yi konuşmaya ailece korktuklarını anlatıyor. Bu tip dinamiklere aşina olan Türkiye'deki tüm gayrimüslimler gibi her fırsatta gâvurlukla itham edildiklerini ifade ediyor.
Baş belası muhtarın ona tahammül edemediğini, sık sık köyden gitmesi için onu zorladığını aktarıyor.
Dayrayto ona "Sen Müslüman değil misin?" sualini yönelttiğinde "Evet!" cevabını alıyor, "Peki ben Hıristiyan mıyım?" diye sorduğunda yine "Evet" cevabını aldığını belirtiyor.
"Peki bu bina bir kilise değil mi?" dediğinde akan suların durması gerekirken muhtarın o veya bu şekilde baskısını sürdürdüğünü söylüyor.
1980 yılındaki darbe sonrasında şahsen şahit olduğu Süryaniler'e yönelik işkenceler bir yana, 90'lı senelerde coğrafyanın maruz bırakıldığı dinamikler hususunda da gayet bilinçli. Topraklarına el konulması, evlerinin yakılması, mallarının talan edilmesi, halkın korkutularak uzaklaştırılması hafızalardan asla silinmiş değil. Ağaların ve korucuların icraatı bölgede ayrıca derin yaralar açmış.
Sanki yarım kalmış vahşi bir projenin son noktasına vardırılma niyeti günümüzde bile açık açık hissediliyor.
Oysa Dayrayto 1915'te Zaz köyünün başına gelenlerden de ayrıntılarıyla haberdar. Köy ahalisinin katledilmiş olması Seyfo adıyla anılan soykırımın acı sayfalarından bir tanesi; inkâr edildiği sürece soykırımı bilenlerin unutturmayacağı da kesin.
Yüzleşmek yetmez
Goethe Institut İstanbul, Heinrich-Böll Stiftung İstanbul, Kulturakademie Tarabya ve Almanya'nın Türkiye Büyükelçiliği'nin de katkılarıyla çekilmiş etkileyici belgesel seyredilmeyi kesinlikle hak ediyor.
Bizi kahramanı Dayrayto'nun dış dünyadan kaynaklanan endişe ve korkularına olduğu kadar özel dünyasına, alışkanlıklarına ve küçük mutluluklarına ortak eden nadide bir tanıklıkla da karşı karşıyayız.
Aslında bir zamanlar Marlboro sigarası içtiğini, fakat hayat şartları zorlaştıkça tütün sarmaya başladığını aktarıyor. Midyat tütününün pahalı olduğunu, aylık iki kilo tütün ihtiyacını Batman'dan gördüğünü öğreniyoruz.
İşlerini bitirdikten sonra aksatmamaya çalıştığı sigara/kahve keyfine ne kadar bağımlı olduğuna da tanığız.
Dayrayto kahvesini yudumladıktan sonra "Oh! Hayat böyle daha güzel!" derken bir reklam spotuna dönüşse de aslında yaşamaktan zevk almayı bilen bir insan olduğunu bize hatırlatıyor.
Zaten cin gibi gözlere sahip, farkındalığı çok yüksek, olağanüstü bir insanla tanıştığımızı filmin estetikle yüklü bilumum sekansları bize daima hissettiriyor.
Yönetmenin Dayrayto ile kurmuş olduğu yakın ilişki mümkün olduğunca samimi bir sonuca varılmasını sağlamış; fakat buna paralel olarak Dayrayto'nun anlattıklarının fazla sübjektif olduğunu iddia edenler de olacaktır.
Aslında tek bir kişiye odaklanan ve zamanın nispeten yavaş aktığı bir diyarda geçen mütevazı bir belgesel olmasına rağmen Nöbetçi seyirciyi asla sıkmıyor.
İnsanın aklına ister istemez Bal Ülkesi'nin yine muhteşem kahramanı Hatice Muratova'sı geliyor.
Fakat Süryani diyarında çekilmiş Nöbetçi iddialı, cilalı, hatta agresif bir görüntü bombardımanından çok insanı tefekküre, yüzleşmeye ve hesaplaşmaya çağıran, coğrafyaya uzun zamandır hâkim zulme dur denilmesi gerektiğini hatırlatan sessiz bir çığlık sanki...
(RL/PT)