Anadolu’dan göç etmek zorunda kalmış Alanya’lı bir anne ve Ordu’lu bir babadan Atina’nın banliyösünde doğan Stelyos Kazancidhis Yunanistan’da halka mal olmuş bir şarkıcıydı.
Yönetmenliğini Yorghos Çemberopulos’un üstlendiği Varım (Υπάρχω) adlı biyografik film komşuda gösterime girdiğinden beri aşırı bir seyirci alakasıyla karşılanıyor. Bunda şarkıcının “laika” yani “halk” müziği şarkılarını icra etmesinin payı yüksek; lakin Türkiye’deki müzik akımlarıyla karşılaştırıldığında mevzubahis tarzın daha çok Arabesk müzikle benzerliği kayda değer bir malumat.
Filmde Pontus kimliğinin fazlasıyla önemsendiğini görsek de Karadeniz Rumları’nın Osmanlı’nın son döneminde maruz bırakıldığı “soykırım”la alakalı herhangi bir görüntüye rastlamayışımız şaşırtıcı. Ne de olsa film maziyi mümkün olduğunca “damardan” ve aynı zamanda “fiyakalı” bir dille aktarıyor.
Fakat ortaya çıkan netice muhakkak ki televizyon dizilerindeki sığlıkla eşdeğer, dönemin estetiğini fazlasıyla plastifiye etmiş bir sanat direktörlüğünde, üstelik makyajla yaşlandırmalarda inandırıcılıktan uzak, epeyce yumuşatılmış “cilalı” bir biyografi sanki!
Neyse ki “delikanlı” Stelyo’nun kadınlarla olan çalkantılı münasebetleri hususunda bir şeyleri az çok sezebiliyoruz. Bu arada Katy Gray’i canlandıran Klelya Renezi’nin şuhluğu perdeden taşarken Marinella rolündeki Asimenya Vulyoti’nin cici kızlığı iyimser bir klişeden öteye geçemiyor.
Stelyo’nun kimliğine bürünmeye çalışan şarkıcı Hristos Mastoras’ın cebelleşmeleriyle kahramanın müziğinden çok hislerini anlamaya çalışırken iki saati aşkın süreli filmin bitmesini sabırla bekleyenlerdenim. Hollywood sinemasında sık sık karşımıza çıkıp veba gibi başka megaloman ülke sinemalarına bulaştırılan tarzda, kahramanın negatif taraflarını fazla ön plana çıkarmayan, suya sabuna asgari seviyede dokunan, yüzeysel psikolojik açılımlarla donatılmış bu pahalı ticari ürün kaçırılmış bir fırsat mıdır?
Mösyö Aznavour
Dünyaca meşhur Charles Aznavour hakkındaki bir diğer biyografik filme dair benzer eleştirilerde bulunmak da hiç zor değil. Şarkıcıyı canlandıran yılların sevilen aktörü Tahar Rahim de, iddialı ama kifayetsiz sanat direktörlüğüne kurban gidiyor ve ikna edici olmaktan epeyce uzak kalıyor.
Gene nostaljik bir mazi güzellemesi ile karşı karşıya olsak da, Kazancidhis’i mevzu edinen filmin aksine, arşiv görüntüleri aracılığıyla Anadolu’da Ermeniler’e yapılanlar hakkında hemen bilgilendiriliyoruz. Ne de olsa Aznavour hayatı boyunca Ermeni kimliğini gururla taşımış, Ermenistan’ın Birleşmiş Milletler’deki daimi temsilcilik görevini üstlenmiş ve Ermenistan’a yardımlarını esirgememiş, kimliğine sadık bir insandı.
Mösyö Aznavour (Monsieur Aznavour) adlı, gene iki saati aşan filmde sanatçının iddiası, hırsı, inatçılığı ve dirayeti hakkındaki epizotlar peş peşe sıralanırken insan ilişkilerine yeterince ehemmiyet veremediğini anlıyoruz. Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde Mehdi Idir ve Grand Corps Malade adlarını gördüğümüz filmde zamanında yeterince vakit ayıramadığı evladının acısının Aznavour’u ne kadar sarstığına da şahit oluyoruz. La bohème en başta olmak üzere sanatçının gezegen çapında sevilmesine yol açmış şarkıların tümünün üstünden tek tek geçiyor, Édith Piaf’la dostluğu ve profesyonel ilişkisi hakkında malumatlandırılıyoruz. Filmde Aznavour’a ısınmak veya sempati duymakta zorlanabilisiniz ama amacınız hislenmek ve gözyaşı dökmekse, bombardıman halindeki bu sansasyonel ürün de sizin için biçilmiş kaftan.
Hüzünlü romantik…
Sempatik bulmakta zorlanabileceğiniz başka bir beynelmilel sima da besteci, orkestra şefi, aranjör, caz piyanisti, hatta şarkıcı Michel Legrand.
Geçen yüzyılın birçok müzikaline imzasını atmış Paris’li Legrand tam beş sene önce vefat edene kadar iddialı faaliyetlerini sürdürmüş, ölümüne yakın tarihte organize edilmiş büyük bir konserde mühim sağlık problemlerine rağmen sahneye çıkıp orkestrayı yönetmekte inat etmişti.
Her ne kadar bilhassa 60’lı ve 70’li yıllarda gezegen çapında sevilen duygusal şarkılara imza atmış olsa da, son konserinde mutlaka yönetmek istediği parçaların Barbra Streisand’ın lokomotifliğini yaptığı 1983 yapımı Yentl filminden olması manidar. Yönetmenliğini David Dessites’in üstlendiği Bir zamanlar Michel Legrand (Il Était une fois Michel Legrand/Once upon a time Michel Legrand) adlı belgeselde bir yakınının, pek tanınmasa da sözkonusu film müziğini bestecinin şaheseri saydığını duyuyoruz.
Ödüllü bestecinin Summer of ‘42, What are you doing the rest of your life, The windmills of your mind, Watch what happens gibi şarkıları romantik ve dramatik ruhları günümüzde bile beslemeye devam ederken Cherbourg şemsiyeleri misali filmler de sinema tarihinde müzik katkısının önemine klasik ispat oluşturuyor. Tam iki saatlik belgeselde çok yönlü sanatçıyı vefatına kadarki iki sene boyunca yakın takipte izlerken hayat enerjisine hayran kalıyor, zengin arşiv malzemesiyle bilhassa geçen yüzyılın parlak simalarının resmigeçidine şahit oluyoruz.
Klasik mi ticari mi?
Çok yönlü olduğu kadar bilhassa Steven Spielberg filmlerine yaptığı müziklerle tanınan John Williams hakkındaki belgesel de benzer nüanslarla bezeli. Babadan müzisyen John piyanistlikle başladığı mesleğini aranjörlük ve orkestra şefliğiyle sürdüren, yalnız filmlere yaptığı bestelerle yetinmeyip engin kabiliyetini senfonik eserlerle de taçlandıran bir müzik canavarı!
Müzik: John Williams (Music by John Williams) adlı filmin yönetmeni, Faye Dunaway hakkında seyredilesi Faye adlı belgesele de imza atmış olan Laurent Bouzereau.
Hollywood’a uğramışken Humphrey Bogart hakkındaki Bogart: Hayattan ışıltılar (Bogart: Life comes in flashes) adlı belgeselde kadın yönetmen Kathryn Ferguson’ın oyuncaklı estetiğini pas geçemem.
John Williams’a dönmek gerekirse ödüllü bestecinin eserlerine klasik sıfatını yakıştırmakta zorlanabiliriz belki, fakat tamamıyla geleneksel metodlarla beste yapan, büyük orkestralara eserlerini çaldıran bestecinin klasik müzikle hiç alakası olmayan nesilleri senfonik müziğe alıştırdığını rahatlıkla kabul edebiliriz. Başlarda film müziklerini snobe eden klasik müzik orkestralarını film müzikleri çalmaya itenin de kendisi olduğu söylenebilir muhakkak.
Star Wars, Indiana Jones, Jurassic park, Harry Potter gibi gezegen çapında büyük ticari başarı kazanan filmlerin müziklerine imza attığını hatırlarken ödüllü bestecinin başarı listesini Jaws, Fiddler on the roof, E.T., Shindler’s list gibi filmlerle uzatıp durabilirim.
Müziğini yaptığı Superman filmlerinin aktörü Christopher Reeves hakkında, yönetmen hanesinde Ian Bonhôte ve Peter Ettedgui’nin adlarını gördüğümüz ibretlik Super/Man: Christopher Reeve’in hikâyesi (Super/Man: The Christopher Reeve Story) adlı belgeseli de bu vesileyle tavsiye etmek isterim.
Tabii ki John Williams’ın çocuklarının annesi olan genç yaştaki eşini kaybetmesi gibi onu derinden sarsan kişisel anekdotları ve çalışmadan duramadığını da iki saate yakın belgeselde teferruatıyla izliyoruz. Hislerini küçücük bir odaya kapanarak ortaya çıkardığı bestelerle dışa vurabilen ABD’nin medarıiftiharına ait sansasyonel eserlerin dünya çapındaki kültürel emperyalizmde oynadığı derin rol yadsınamaz.
Ayrıca, fazlasıyla çalışkan ABD sinema endüstrisinin geçen seneki biyografik belgesellerinden müzik insanı Luther Vandross hakkındaki Luther: Asla fazla olamaz (Luther: Never too much) adlı filmi de unutmayalım. Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Dawn Porter’ın üstlendiği belgeselde müzik dünyasında neredeyse 40 sene boyunca aktif olarak yer almış ve bilhassa 80’lerde popüler olmuş Vandross’ın “şişman” bedeniyle hayatı boyunca hesaplaşması ve yoğun profesyonel hayatını ön planda tutarak eşcinselliğini yaşamamayı tercih etmesi de irdeleniyor.
Diğer her türlü
Yukarıdakilere kıyasla içerik açısından da, film estetiği açısından da çok daha mütevazı, çok daha alternatif ve aynı zamanda çok daha samimi bir belgesel, soul müziğine davulcu olarak başlamış ve çılgın şarkıcılığıyla adeta patlamış Jackie Shane hakkında. 50’li yıllardan itibaren siyah olup trans kimliğiyle sahnelerde boy gösterebilen, uzun saçları, makyajı ve mücevherleriyle çığır açmış bir öncüden bahsediliyor Diğer her türlü: Jackie Shane’in hikâyesi (Vivre et laisser vivre: La voix de Jackie Shane/Any other way: The Jackie Shane story) adlı filmde. Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Michael Mabbott ve Lucah Rosenberg-Lee’nin paylaştığı 2024 Kanada yapımı 98 dakikalık belgesel, olduğu gibi varolabilmek için büyük mücadeleler vermiş kahramanına layıkıyla saygı duruşunda bulunuyor.
ABD’nin ırkçı Güney’inde, Nashville’de 1940’ta doğmuş olan Shane epeyce müşkül bir çocukluktan sonra hayatını müziğe adamış ve Toronto’ya göç ederek kendine bir kariyer yaratabilmişti.
Filmde vefatından kısa bir süre önce telefonda vermiş olduğu uzun bir mülakatın ses kayıtlarından kendisini tanıyor, arşiv fotoğrafları ve animasyon marifetiyle maziyi deşiyor, fakat kendisinden geriye kalan tek televizyon çekiminden başka görüntüye ulaşılamadığı için Shane’e tam manasıyla doyamıyoruz. Neyse ki canlı performansının ses kaydı Jackie Shane live at the Sapphire Tavern adlı plak sayesinde sınır tanımayan cesaretine kani olabileceğimizin işaretlerini alıyoruz. Ne de olsa markası haline gelmiş Any other way (Diğer her türlü) şarkısı güfte aracılığıyla mesajını keskinlikle ifade etse de müzikal açıdan fazla mutaassıp gelebilir.
Ömrü boyunca cinsel ayrımcılığa uğramış, örselenmiş, şiddete maruz kalmış, hatta uzun bir ara hayata küsmüş Shane’in belgeseli değeri sonradan anlaşılmış bir öncüye hakkını teslim etmek için biçilmiş kaftan.
Larrain’ın Callas’ı
Çocukluğumdan beri Jackie Kennedy Onassis’i hiç sempatik bulmadığım gibi Natalie Portman’a karşı da içgüdüsel bir antipati duyardım. Buna rağmen favori yönetmenim Pablo Larraín’in Jackie adlı filmini seyrettiğimde ikisinin bende daha önce yarattığı hisler yok olmuş, bir insanlık tecrübesini şahsen yaşıyormuşçasına tesir altında kalmıştım.
Aynı empatik durum pek hoşlanmadığım Prenses Diana hakkındaki Spencer’ı izlerken de başıma geldi. Kristen Stewart’ı kayırmaya zaten başından beri hazırdım, fakat İngiltere’nin kraliyet ailesiyle o ana kadar alakadar olmamaya ihtimam gösterdiğimden mi ne, Larraín beni bir kez daha sarsmıştı.
Angelina Jolie de hem oyunculuk açısından hem özel hayatı yüzünden uzak durmaya çalıştığım biriydi; derken Larraín tarafından Maria Callas rolü için seçildiğini duyunca akan sular durdu. Ne yazık ki aylarca beklediğim film hakkında o kadar çok görüntü, fotoğraf, röportaj ve eleştiriye ulaşmıştım ki filmi seyrederken neredeyse ezbere biliyormuşum gibi geldi. Neyse ki aralarda bilhassa Maria’ya eşlik eden piyanist, ABD Başkanı Kennedy, ölmekte olan Onassis veya ablasıyla olan ikili diyaloglar benim için yeniydi ve hepsi beni avucunun içine kolaylıkla aldı.
Şan eğitimi almış biri olarak asıl korktuğum, Jolie’nin playbackli sekanslarda faça verme ihtimaliydi. Neyse ki uzun hazırlık çalışmaları sayesinde yalnız ağız değil, tüm bedeniyle operacı rolüne bürünerek Jolie büyük ölçüde buna mani olabilmişti. Fakat tecrübeli Callas şarkı söyleyemeyecek kadar yorgun ve yıpranmış olduğunda bile icrasının, Jolie’nin kendi sesiyle kaydedilmiş aryalardaki performansıyla örtüşebileceğini düşünmüyorum. Aslında bütün bu teknik detayları atlamaya çoktan hazırken beni ikinci seyredişimde de gene en çok rahatsız eden Jolie’nin İtalyanca diksiyonundaki ufak da olsa bazı isabetsizliklerdi. Her türlü teferruata ve bilhassa icranın inandırıcı olmasına büyük ihtimam gösteren ekip acaba Jolie’ye bir diksiyon eğitmenini çok mu görmüşlerdi?
Tamam, Maria filmi her haliyle kültürel bir kolajdı: Callas’ı bir ABD’li, ablasını bir İtalyalı (mı?), Yunanistanlı armatör Onassis’i bir Türkiyeli canlandırıyordu…
Haluk Bilginer rolüne ne kadar da yakışıyordu; mükemmel İngilizcesinde ana dili Türkçe olan birinin diksiyonu arada faça verse bile kaderin bu garip cilvesi beni her defasında gülümsetiyordu. Ege’nin iki yakasını kızıştırmak için Larraín bunu bilerek mi yapmıştı? Yoksa bu tip dilsel nüanslar ortalama ABD’li seyirci için pek bir ehemmiyet arz etmiyor muydu?
Valeria Golino da senelerden beri karşıma çıkıp durduğu halde benim için pek bir mana taşımıyordu; oysa Yunanlı’lığın, İngilizce telaffuzu dahil tüm gereklerini tam manasıyla yerine getirmesi tabii ki bir tesadüf değildi, çünkü Napoli’de doğmuş olmasına rağmen annesi Yunanistanlı’ydı; dolayısıyla abla olarak ağır travmalarını paylaştığı kızkardeşi Maria’yla son muhabbetlerinin yoğunluğundan olsa gerek, gözyaşlarım kontrolsüzce fışkırmıştı.
Zaten filmin bütünü haşmetli bir okyanus dalgası gibi beni ağır ağır sürüklüyor, bazen savurup atıyordu; girift senaryo, muhteşem dekorlar, estetik provokasyonlar, şaşaalı kostümler ve ambiyanslar, muhtelif dönemlere ve ruh hallerine mütemadiyen dalıp dalıp çıkmama vesile oluyordu.
Larraín’in etrafına topladığı ve bilhassa görsel tatminimize yönelik ekibin profesyonelliğine gene diyecek yoktu.
Jolie’nin başta korktuğu bu projeye sonradan dahil olmaya karar verişinin ana sebebi bence Callas’ın son zamanlarında halüsinasyonlarla iç içe yaşamasına sebep olan mucizevi tesirli Mandrax alışkanlığıydı. İlaçla aynı adı taşıyan gazeteciyle (şahane bir Kodi Smit-McPhee) fantastik olduğu kadar öforik birlikteliklerini yaşarlarken Jolie’nin rolüne tam manasıyla kendini kaptırdığını, gözlerinin tam da o zaman parladığını düşünüyorum; olsun, birileri kanını emsin dursun, onun Mandrax’ları vardı…
Bir de, yaşını asgari ölçüde eleveren başarılı estetik müdahaleli Jolie’yi en çok takdir ettiğim an son aryasını icra ederkenki fiziksel zorlanması ve yüzünde, çoğu hiç doğal görünmeyen kırışıklıkları cömertçe teşhir etmeyi kabul etmesi oldu. Bir Hollywood yıldızının buna cesaret edebilmesi bazı şeyleri aştığının, oyunculuğun ötesine geçtiğinin ispatı sayılmaz mı?
Tesadüfen oluştuğu söylenen, kriz yaşamakta olan mühim kadınlar üçlemesinin içinde, Larraín’in en kişisel, en samimi, en duygusal, hatta en nostaljik olanı bence bu sonuncusu. Çocukluğunda
Küçük burjuva ailesiyle operaya düzenli olarak gittiğini röportajlarında anlatan Larraín sanatın artık pek tahammül edilemeyen bu dalına adeta saygı duruşunda bulunuyor. Bunu yaparken fazlasıyla sofistike bir repertuara değil de, belki ticari kaygılarla, belki de duygusal hafızasına dayanarak yumuşak aryalara, Verdi’nin en kulakta kalan ve coşkulu, koro için yazılmış bestelerine yer vermesi tesadüf müdür?
Yönetmenin ümitle ifade ettiği şekilde Maria filmi sinemayla operanın benzerliğini bize bir kez daha hatırlattı, birlikteliklerini yüreklendirdi ve sanki operanın tekrar sevilebilmesi ülküsünü yüklendi. Artık orta yaşlı diyebileceğimiz Larraín’in iç dünyasını çok daha fazla ele veren Maria’yı sadece bunun için bile takdir etmekten başka bir ihtimal var mı?.
(RL/RT)