“Operation Rainbow” adlı sivil toplum örgütü tarafından düzenlenen, bebelere ve erişkinlere yönelik ortopedik cerrahi çalışmasına katılmak üzere 8 Ekim’de gittiğim La Ceiba – Honduras’tan İstanbul’a 18 Ekim’de döndüm. İki gün sonra ise Güney Sudan’ın başkenti Juba’ya gitmek üzere yola çıkmam gerektiği için anca “boşalt-doldur” yapabilecek kadar zamanım vardı. 19’u 20’ye bağlayan gece yarısı Nairobi – Kenya üzerinden Juba’ya doğru yola çıktım. İç savaş koşulları altında yaşam sürdürmeye çalışan bir diğer Afrika ülkesi Güney Sudan’da; uluslararası Kızılhaç’ın oluşturduğu mobil cerrahi ekiplerinin anestezisti olarak üç ay çalışmak üzere.
Malumu ilam olabilir belki ama yine de bir aktarım yapmaya çalışayım. Tarihçesi epey eskiye dayanan Sudan – Güney Sudan ayrışması; din ve etnik köken yanı sıra uranyum ve petrol nedenli (Güney Sudan Afrika bazında önemli rezervlere sahip olan bir bölge) ekonomik ve dolayısıyla “gizliden” uluslararası müdahale gibi bir çok etkenin söz konusu olduğu oldukça uzun ve karmaşık bir hikaye. Bir dönem bizim medyamızda da çokça yer alır olmuştu; malum ve mahut diktatör Ömer Beşir ve serencamı yanı sıra “meşhur” Cancavid milisleri nam tecavüz mangalarının insanlara ettikleri ile.
Ben aslında Güney Sudan’a daha önce de gelmiştim: 2010’da!
Arap kökenli Afrikalı, radikal İslamcı yönetim/Kuzey’e karşı Afrika kökenli Afrikalı, Hristiyan ve pagan karışımı Güney arasında 1983’te başlayan iç savaşın, artık sonuna gelinmiş gibi görünmekteydi. Nihai karar için Ocak 2011 de referandum yapılması üzerinde uzlaşmıştı iki taraf. Dışarıdan öngörülen senaryo ise şöyle idi: Sudan’da “güney”in akıbetini belirlemek için yapılacak referandumda ayrılık kararı çıkacak; rafineriler “kuzey”de ama petrol ve diğer doğal kaynaklar güneyde olduğu için mevcut Sudan yönetimi–Ömer Beşir bunu kabul etmeyecek, savaş çıkacak ve kitle katliamları olacak…
Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü (MSF) adına referandum öncesi Güney Sudan’a gittiğimde görevim bu öngörülere koşut olarak plan-program yapıp, yerel ekibi eğitmek ve gerekecek ilaç ve malzemeyi, tespit edip hazır hale getirilmesini sağlamak idi. O zamanlar için resmi değilse de fiili başkent olan Juba’yı merkez alıp bir Afrikalı-Hristiyan kökenli yerleşim merkezi Yambio’ya uçuyor, bir süre sonra da yine Juba üzerinden bu kez Arap–Müslüman kökenli Raga’ya uçup yapılabilecekleri yapmaya çalışıyordum. Uçmak dediğim de; “Indiana Jones – Mister No” misal pırpır uçaklarla gidip geliyordum işte. Zaten dokümanlardaki resmi adım da “Uçan anestezist – Flying Anesthesist” idi. Gerçi her şey öyle “hoş ve güzel” değildi ya neyse, tekrar geriye dönmenin lüzumu yok şimdi.
Ben işimi ve süremi tamamlayıp döndüm. Ocak 2011’de referandum yapıldı ve Güney Sudan ezici çoğunlukla ayrılmayı seçti. Temmuz 2011’de Güney Sudan devleti ilan edildi ve uluslararası alanda tanındı. Bağımsızlık öncesi SPLM, sonrası SPLA (Sudan Halkının Kurtuluş Hareketi-Ordusu) lider kadrolarından Salva Kiir Mayardit başkan oldu, ikinci adam konumundaki Riek Machar’da başkan yardımcısı. Öte yandan beklenen kötücül senaryolar gerçekleşmedi. Niyesi; sanırım herkesin bir planı, hesabı ve ileriye yönelik beklentisi olmasından ötürü idi. Sudan – Güney Sudan çatışmaları bir süre bölgesel ve düşük yoğunlukta gittikten sonra Nisan 2013’ten itibaren ilişkiler yavaşça gelişmeye başladı. Etnik köken ve dil açısından çeşitlilik arz eden on eyaletli Güney Sudan’da dominant grup nüfusun yüzde 40’ını oluşturan Dingka’lar ki, Salva Kiir’in kabilesi. İkinci önemli grup ise Arap kökenli Nuer’ler.
Riek Machar’ın ait olduğu bu grubun genel nüfusa oranı ise yüzde 20. Bu ikili dışında irili ufaklı bir düzineden fazla etnik köken ve dil daha var. Temmuz 2013’den itibaren başkan Mayardit ve yardımcısı Machar arasında artan politik gerilim Aralık’ta liderlerin SPLA içerisindeki destekleyicileri arasında çatışmaya yol açtı. İki liderin birbirlerini darbe teşebbüsü ile suçlamalarının ardından olay Dingka’lar ile Nuer’ler arasında savaşa dönüştü ve ardından hesabı olan ya da hesabı başka olan etnik grupların da karışmasıyla olay katmerleşti. Uganda Mayardit’i destekleyerek başkent Juba’ya barış gücü gönderdi.
SPLA, SPLAO (muhalefet) iç savaşta başrol oyuncusu örgütler. Diğer yandan SPLA – North (Sudan’a karşı savaşıyor), SPLA – South (Güney Sudan’a karşı savaşıyor) ve kimi etnik grupların kendi örgütleri gibi “yardımcı oyuncu”ların da dahil olduğu karışık bir iç savaş söz konusu. On eyaletin kuzey ve kuzeydoğudaki dördünün tamamına yakın alanı, yönetim ve SPLA (ikisi aynı şey aslında) karşısında birleşik cephe oluşturan Nuer’ler ve Riek Machar önderliğindeki kimi etnik popülasyonların silahlı örgütlenmelerinden müteşekkil muhalefetin denetiminde.
Kızılhaç çatışma ve savaş alanlarında; yiyecek yardımı, göç etmek zorunda kalmış aileler ve bölünmüş ailelere destek çalışmaları yanı sıra küçük “hastane”ler oluşturarak ya da var olana hem ilaç ve malzeme hem de cerrahi ekip sağlayarak katkıda bulunup savaş yaralılarını da tedavi edebilme uğraşında. Bu bağlamda asıl çatışma alanları olan ülke kuzeyinde genelde muhalefetin kontrolünde olan eyaletlerde merkezler açıyor ve sürekli kılmaya çalışıyor. Öte yandan saldırıya uğrayan, hastaları öldürülen ve ilaç-malzemesi yağmalanan yerleri de kapayıp personeli geri çekiyor. Konum normale dönerse yeniden faaliyete geçirmeye çalışıyor. Bu bağlamda üç Mobil Cerrahi Tim (MST) kurmuş. Devir teslimle idare edilen bir ekip başkent Juba’daki askeri hastanede çalışırken üç MST de halen açık kalabilen üç merkezde çalışıyor.
20 Ekim salı öğle üzeri, beş yıl sonra yeniden vardım Juba’ya. Başkent deyince insanın kafasında ister istemez bir takım beklentiler oluveriyor! Ama burası Afrika ve hatta Güney Sudan... Afrika tarihindeki en uzun süreli iç savaşın hüküm sürdüğü, 1984-85’de yaşadığı büyük kıtlık, 88’de yinelenen kıtlık ve yine yüzbinlerce insanın ölmesine karşın kimselerin oralı olmadığı gözden ırak bir ülke söz konusu olan.
Beş yıl önce ücra bir Anadolu köşesinin unutulmuş bir kasabasından her anlamda daha fakir görünümdeydi Juba. Tek hareketlilik, o kızıl Afrika toprağında tozları savura savura bir o yana bir bu yana giden, başta petrol olmak üzere uluslararası şirketlere ait cipler idi.
Şimdi de çok farklı değil aslında. O kasabada kısmi bir canlılık ne kadar farklılık yaratırsa Juba’daki fiziki değişim de o kadar. Ama yollar daha dolu! UNHCR, WFP gibi Birleşmiş Milletlerin bilinen bütün organizasyonları burada. Ayrıca Uluslararası Kızılhaç (ICCR), Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü (MSF) gibi yaygın ve bilinen Sivil Toplum Örgütleri yanı sıra Norveç-Danimarka, İskandinav ülkeleri kilise yardım kuruluşlarına varıncaya kadar aklınıza gelen gelmeyen her türden yardım organizasyonuna ait araçlar yollarda fink atıyor. O kadar gelen olunca oteller de açılmış elbet ama Güney Sudan’da olunduğunun unutulmaması gereğini yine vurgulamak durumundayım. Bakmayın adlarına, nihayetinde “Otel Sahil Palas”tan hallice yerler buralar. Otel lobi ve restoranlarında, kendi alanlarında “Expert” oldukları her hallerinden belli, türlü çeşitli milletten adamlar boy göstermekte. Öte yandan “Şark Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!”; Güney Sudanlı ya da başka, Afrika’nın yerlileri de temizlik ve hizmet sektörü gibi emek yoğun ama az ücretli sektörlerin işçileri olarak çalışmaya devam!
Yurtdışı gönüllü çalışmalara gidişlerin on yılı aşkın süresinde, bu 18. gidişim. Malum hep savaş-çatışma ve/veya yoksulluk ve yoksunluk alanlarına gittim, gidiyorum. Belli bir süre ve deneyim sonrası; gidilen yer ve yapılan işlere bağlı olarak elbet, insan ister istemez kendince olabilecek en beter şeyleri gördüğünü düşünebiliyor. Ne yalan söyleyeyim, 11 yıl ve o kadar ülke sonrası bende de kısmen vardı bu düşünce! Yoksulluk ve yoksunluk sözcüklerini de o türden halleri, kısadan tarif edebilmek için kullanırdım önceki yazdıklarımda. Ama dünyanın “dip”ini kim bulabilmiş ki ben erişebilmiş olayım, daha göreceklerim varmış.
Güney Sudan için bırakın yoksulluk ve yoksunluk deyimlemesini, sefalet sözcüğü bile az geliyor, büyük resme baktığınızda! Bunu yalnızca tıbbi bazda söylemiyorum, sosyo-ekonomik halleri de içkin bu düşünce. Ne çevrenin ve insanların, ne de sağlık ve hastanelerin durumunu ayrıntılı anlatmaya çalışacağım. Her ne kadar diyalektiğe aykırı gibi çalınsa da kulağa; “Alem yine ol alem, devran yine ol devran!”… Bir tarafta “Bir dünya” olanca “haşmet”iyle boy gösterir ve varlığını eze eze sürdürürken; “öbür dünya”da da alabildiğine yoksulluk, yoksunluk ve hatta sefalet hüküm sürmekte. Burada, günlerin akışında aklıma Mahmut Makal’ın “Bizim köy”ü ve Muzaffer İzgü’nün “Gecekondu”su geliyor kimi zamanlar ama onlardakiler bile buralardakilerden hallice!
Kendi yaşam alanlarımız dışında fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Güney Sudan yönetimi ve çoğu Sudanlının bu konudaki aşırı hassasiyetini göz önünde bulunduran Kızılhaç, konumu ve ilişkileri koruyabilme adına bu konuda çok dikkatli ve kesin. Gerçi ben de bazı şeylerden vazgeçmiştim zaten bir süredir. Ne fotoğraf çekiyorum artık ne de günlük tutuyorum. Olagelen ve var olanın çaresizliğini ve umutsuzluğunu olabildiğince gerçekçi ve/veya ayniyle aktarabilme çabası bile hakikaten yoruyor ve üzüyor insanı. Onun içindir ki olgunun ve hallerinin salt kimi yönlerinden göreceli olarak söz edip gerisini sizin bilginiz, kavrayışınız ve tahayyül gücünüze bırakıyorum.
Juba’da askeri hastanede pazara dek çalıştıktan sonra 26 Ekim pazartesi Maiwut’a gönderildim. Kızılhaç gibi bir kurumun askeri hastanede hizmet veriyor olması ilk bakışta çelişkili gibi duruyor ki bu benim de sorduğum bir soru idi. Ancak, salt adı öylesi olan hastanenin tüm hastaları sivil. Zaten vaziyeti de görünce, insanın, ‘Neden bütün yardımı buraya yapmıyoruz?’ diye sorası bile geliyor. Kaldı ki ülke genelinde yapılan bütün yardım çalışmalarının hemen hemen tamamına yakınının merkez olma bazından ötürü muhalefetin kontrolündeki bölgelerde sürdürülme durumunda kalındığı anımsanırsa, bu halin denge sağlamak ve tarafsızlığı korumak adına hoşgörülebilir bir olgu haline geldiği bir vakıa.
Maiwut ülkenin kuzeydoğusunda, bütün muhalif cephenin ortak askeri merkezi ve başkomutanlığın bulunduğu Pagat’a yirmi kilometre uzaklıkta, Etiyopya sınırına 45 km uzakta, Afrika’nın bir köşesinde bir köy işte. Ama filmlerde gördüğünüz gibi değil. İlla öyle tahayyül edecekseniz, safariler veya Hollywood usulü aşk hikayelerindeki gibi değil de; Ruanda soykırımı ve benzeri hikayeleri anlatan filmlerde görülenler gibi. Hatta, “Pulitzer ödülü kazanan, Afrika(lı) fotoğraf(lar)ı”ndaki gibi düşünmeye çalışmanız lazım.
Afganistan’da birlikte çalıştığımız İngiliz hemşire arkadaşım, Güney Sudan’a gideceğimi öğrenenince mesaj göndermiş, “Güney Sudan bir ölüm tarlası! Orası Afganistan’dan daha kötü” demişti. Ben de, “Benim derim kalın, bir şey olmaz!.. Hem, beni öldürecek kurşunu daha imal edemediler!” diye yanıtlamıştım. O da geri kalmayıp, “Eğer seni orada bir kurşun öldürmezse, hep yüzde 80 üzeri olan nem öldürecek!” diyerek noktalamıştı mesajlaşmayı.
Hava, insanı ayniyle kaynayan reçel kazanında gibi hissettiren bir sıcaklık ve nemde gerçekten. Bu yüzden her şey o kadar ağırlaşıp yavaşlıyor ki, zaman adeta durmuş, akmıyor.
Bizde olsa her biri anıt ağaç statüsüne sokulacak ululukta ağaçlar, göz alabildiğine uzanan yeşil bir cangıl ve arada yol yol kızıl topraklar. Bu tabiat örtüsüne saçılmış görünen, vahşi hayvan-yılan sokulmasın diye özellikle “kelleştirilmiş” dairevi alanların ortasında zemini toprak, yanı çamur, damı sazdan, silindirik Tukul denen kulübeler. Aralarda küçük sürüler halinde dolanan, “hörgüç”lü, uzun ve devasa hilal boynuzlu sığırlar ve danaları, normalden ufakça keçiler ve oğlakları…
Ve insanlar elbet. İnsanlar; 30 yıldan fazladır süren bir iç savaşın ettikleri ve getirdikleri bir yana; sıtma, kolera ve akut-kronik malnütrisyonun kol gezdiği memleketin insanları!
Bir kere dal gibi ince ve çok uzun boylular. Juba’da eser miktarda “şişman” olanlarını da görebilmiştim ama öylesi çok nadir istisnalar hariç ince ve uzun olma Güney Sudanlının karakteristiği gibi görünüyor. İnsanı komplekse sokacak kadar uzun, kadın erkek hepsi… Özellikle de erkekler.
İlla genelleme yapacaksak “biz”le aynı olan iki yanları var: Bir, tükürme vakay-ı adiyeden! Bizden farkı bu çokluk kadınları da kapsıyor. Herkes “fıskiye” gibi. Hastane bahçesinde çadır koğuşları dolanıp vizite yapıyoruz; yerli sağlıkçılardan iki erkekler tükürürse bir kadınlar tükürüyor! Hastalar da cevapsız bırakmıyor elbet! Genel anestezi yapma olanağım yok denecek kadar kısıtlı, lokal-rejiyonal anestezi ile sürdürüyorum genelde ameliyatları. Hasta bir şey söylüyor. ‘Ne diyor?’ diye soruyorum, ‘Tükürecekmiş!’ diyorlar. Kim takar, “burası ameliyathane, tükürülmez”i, masaya, oksijen verdiğim maskeye boca etmesin diye uzatıyorum ağzına gazı, alıp temizliyorum mecburen!
Bizle ikinci benzerlikleri, erkeklerin oturur, kadınların çalışır olması! Oda, tukul, çadır karması kaldığımız kampus ile “hastane” arası yürüme on dakika. Her gün en az iki posta gidip geliyorum. O yeşilin içerisinde kendince uzanan doğal yol ve patikalarda tek tük yürüyenler hariç erkekler hep ulu ağaçlar altında ve/veya dal ve naylon çuval-branda parçası ile yapılmış uyduruk kulübelerin önlerinde oturuyorlar. Ve her Allah’ın günü sabahtan akşama kadar sürekli konuşuyorlar!
Bazen bakıyorum aynı ağacın altında yan yana bir kare iki daire, ayrı ayrı gruplar halinde kütüklerin ve plastik sandalyelerin üzerine konuşlanılmış. Kimilerinde not alanlar var ve “oturum başkanı” olduğu besbelli olan biri, el kaldıranlara söz dağılımı yapıyor! ‘Ne konuşuyorlar?’ diye yerli unsurlara sürekli soruyorum, elle tutulur bir yanıt yok! Ağacın bir yan kovuğunda yakılan ateşte kaynayan bir büyük çaydanlık, plastik termoslar ve su bardakları… Çay kahve servisi için! Al gözüm Afrika usulü kahvehane sana!..
Kadınlar ise bir o yana, bir bu yana! Hiç abartmasız refakatte bir, elde bir, kucakta bir çocuk; çarşıda, yolda hep onlar. Bildiğiniz minval her şeyi kafalarında taşıyarak. Evlenme yaşı düşük anlayabildiğimce. 15 yaş civarı yığınla gebelik hastam olduğu gibi çevrede de çocuk yaşta gebeler görmekteyim sürekli.
Köyün ortasında S gibi bir kıvrım yapan bir doğal “su” kanalı var. İki ucu yeşilin arasında kayıp. Üzerine iki baraj kurulmadan önce, yükseklerde çok yağmur yağdığında bizim Çarşamba'daki Yeşilırmak her şeyi önüne katıp getirirken o kadar çamurlu hale gelirdi ki balıklar dipte soluyamadıklarından daha az çamurlu olan yüzeye doğru çıkarlar, bu yüzden dışarıdan satıhta seyreden denizaltı gibi görünürlerdi. Bu kanalın suyu da aynı o, sudan ziyade çamur mübarek! İşte “aynı filmlerdeki/fotoğraflardaki” gibi, çoluk-çocuk cıs cıblak o “suyun” içinde yüzüyor, kadınlar çamaşır yıkıyor ve/veya kendileri yıkanıyorlar. Sabun gene kafalarının üstünde! Yolumuz kısmen kanal boyu. Kafanı çevirip bakmadan yürüsen de onlar “Male” deyip selam veriyorlar, mecburen başını çevirip ‘Male’ diyerek üryan selamını alıyorsun sen de. Kanalın az yukarısında bir dirsek var, üstüne bir ağacın gölge yaptığı. Orası da adamların yıkanma yeri. Hani o kadar da gözden ırak değil ama var işte bir nevi Afrika usulü “selamlık” kısmı da…
“Çarşı” demiştim, var öyle bir yer! Köyün yukarı ucuna doğru giderken solda. Yine kadınlar tezgah açıyor. Taze ya da kurutulmuş ırmak balığı, domates, patates, soğan, sarımsak, pirinç, şeker, papaya (en kolay bulunan şey, ortalık papaya ağacı ve meyvesi dolu) ve odun satıyorlar. Bir uçtan öbür uca 20 metrelik alanda olanı bu. Yere serili çuval parçaları üzerinde hepsi. Soğan sarımsak kiloyla değil tek-tek; şeker elma büyüklüğünde, pirinç ondan daha küçük topaklar halinde satılıyor. Odun dediğim de birbirine bağlanmış kol büyüklüğünde 5 daldan oluşuyor. Orta büyüklükte üç dört tane, bizim Çapak dediğimiz yayın balığı 10 SSP yani 1,5 lira. Bir keçi 50-100 lira arası, bizim parayla! Ha bir de satan var da, alan gözükmüyor.
“Arasta” da tek tük dükkanlar da var: Ağaç dalı, naylon çuval ve uluslararası yardım kuruluşlarının branda parçalarından yapılmış. Onlar da satıyorlar işte kırsal alanlarda bile ömrümde görmediğim marka ve nitelikte üç-beş kalem bir şeyleri. Arz-talep yasası, mevcut olduklarına göre kuşkusuz müşterileri de var. Ama ezcümle öyle bir hal ki tariflenebilir, anlatılabilir gibi değil.
Ve nihayetinde çocuklar! Bütün çocuklar sevimli ve güzeldirler kuşkusuz. Ama bunlar bir acayip. Yalınayak, başı kabak ve çırılçıplak. Kafiye olsun diye değil, gerçekten öyleler. Yaş ilerledikçe giyim; üstte kirli ve yırtık bir tişört altta bir şey yok, üstte uyduruktan Etiyopya milli takım forması altta şort gibilerinden kısmen değişebiliyor. Ama insan evladı bu kadar mı güzel, cana yakın olur? Adeta yüzde 100 kakaodan mürekkep "bitter çikolata" gibi, her yanda ve "male… havaryu?' diye bağrışarak sulardan, çamurlardan, yanlardan çıkıp etrafımda dolanıyorlar. Selamı aldığında, hele ki elini uzatan anadan üryan yerden bitmenin elini sıktığında gözleri ve yüzündeki mutluluğun tarifi imkansız.
Kadersizlerim benim! Aynen o Pulitzer fotoğraflarındaki gibiler ama, diyeyim size: Yalınayak, başı kabak ve çırıl çıplak! Ağız, göz sinek kaplı. Neredeyse istisnasız hepsi sıtmalı. Zaten açlar; bir de kol gezen enfeksiyon hastalıkları ya barsaklardan vuruyor ve aşırı su-kilo kaybıyla öleyaz geliyorlar, ya da artık iflas eden minik akciğerleri ile son nefeste! Ameliyathanenin bitişiği ve adı "ICU" olan yoğun bakım (!) odasındaki 6 yatakta da onlardan var, bi tanesi de yerde! Onlara bir daha, bir daha bakıp; böylesi görmektense az ötedeki kanal boyu manzaralarına bile razı geleceğinizi fark ediyorsunuz...
Şair haklı, "Çocuklar korkunç Allah'ım / ...".
Güney Sudan genelinde elektrik ve su yok. Elektrik, olan her yerde jeneratörlerle sağlanıyor. Sabah sekizde geldiğimizde çalıştırılan jeneratör akşam beşte işleri tamamlayıp ayrılırken kapanıyor ve hastane sabaha kadar el feneri ile devam ediyor! Hoş bizim kampusta da sabah 7.00 – 9.00 arası çalışıp kapanan ve öğlen birde tekrar çalıştırılan jeneratör en son 21.30’da susuyor. Ondan sonra herkes kafasında yürüyüş ışıkları, madenciler gibi dolanıyor. Daha doğrusu yatıyorsun mecburen tavuk gibi. Zira ışığa gelen sivrisinek ve bilumum Afrika sineği- böceği ile baş etmenin mümkünatı yok. Zaten oda, tukul, çadır; her ne oluırsa olsun herkesin forklift kasaları üzerine konulmuş süngerlerden oluşan yatağı minik bir çadır gibi olan sivrisinek ağı içersinde. Tabii onun püf noktası da ağa yaslanmadan uyumak zira yaslandığın yerde ağın öbür yanından hemen icraata geçiyor sivriler ve sıtmasını bırak dağlanıyor gibi felaket yakarak kaşındırıyor imansızlar.
Tuvaletlerimiz alaturka ve iki grup. Birinci grup ilk ve derin yapılanlar. Ancak fizik ve “serbest düşüş” yasaları yeterince göz önünde bulundurulmadığından, “icraat” sırasında geri sıçrama ve kendi ettiğinin hedefi olma durumu yaşandığı için iki tane daha ve az derin olanı yapılmış. Şimdi ilk grup, “küçük”, ikinci grup “büyük“ haller için kullanımda. Sıkıntının büyüğü gece tuvalete gitme hali. Önünü görebilmek için mecburen yakıyorsun kafandakini, elindekini. Tabii havada ve tuvalet duvarlarındakilerin beklediği de bu. Hele bir de “şehirlerarası görüşme” yapmak durumundaysan… “İnatlaşma” da çözüm değil! Bu hava ve koşullarda ayakta kalabilmek için yemek ve içmek zorundasın. Yani “ihracat”ı azaltmak için ne kadar az yeyip içmeye çalışsan da nihayetinde mühürleyemezsin ki ağzını da mabadını da.
Sonuçta illa teşbih yapacaksak; 220 volt elektrik çarparmışçasına çırpınmalar ile def-i hacet eylemeye çalışıyorsun ki ısırık sayısını minimumda tutabilesin. ‘Şöyle az açığa, haşarattan uzağa gideyim bari de…’ de diyemiyorsun zira Kızılhaç’ın “Mayın-Patlayıcı Kirliliği Bölümü” uzmanı tarafından; altı çizile çizile, ‘Hiçbir nedenle belli yol ve alanların dışın asla ve asla çıkmayın, yoksa…’ denilerek ve “yoksa”nın fotoğraflı örnekleri gösterilerek brife edilmişsin…
Bizim yiyecek-içecek her şeyimiz su hariç Juba’dan pır pır uçak veya helikopterle haftalık geliyor. Zira burada hiçbir şey yok, anlatmaya çalıştığım gibi. Savaş ve çatışmalar nedeniyle rençberlik neredeyse terk edilmiş. Yarın ne olacağı belli değil, hiçbir şeyin güvencesi yok, onlar da uğraşmıyorlar. Artı, Birleşmiş Milletler ve Kızılhaç’ın gıda ve para yardımı da bir paradoks yaratmış Yokluk ve yoksunluk nedeniyle yardım görüyorlar, kendileri üretseler yardım kesilecek… O zaman, ‘Oturduğum yerden para ve gıda alırken ne uğraşayım?’ gibilerinden bir mantık ve sorgulama olduğu da ifade ediliyor.
Ne yiyoruz? Bizim usül, “mutlulukla bir bağlantısı olan” kahvaltı ve unsurları hak getire doğal olarak. “Gavur” milleti alışkın olduğu üzere mısır gevreği, vesaire yiyor. Ben de her sabah bir bardak kutu süt içiyorum şifa niyetine. Yumurta haftada birkaç gün oluyor ki hiç abartmasız sarısı ve akı aynı beyazlıkta. Ama kalk, ateş yak, su kaynat, yumurta kaynat… Uğraşılmıyor elbet.
“Aşçı”nın öğlen için yaptıkları ki kalanı da akşam yemeği oluyor, öğlen ve akşam yenmekte! Yerli aşçımız doğal olarak bizim yediğimiz her şeye yabancı ve yapmasını bilmiyor. Lojistikçiler rica ediyor, “Öğrenmeye açıklar, ne biliyorsanız anlatın, gösterin lütfen!” diye gerçi ama niyetlenen olsa da malzeme yok ki… Sonuçta her gün yediğimiz dönüp dolanıp aynısı oluyor: Et sote, yağsız-tuzsuz haşlama pilav/çubuk makarna/düdük makarna/kelebek makarna, konserve barbunya/ton balığı, mercimek ve nohut lapası, haftada bir de domates, havuç ve beyaz lahana içeren salata. Gariban aşçımız fırın, soba vs. olmadığı için yemekleri mangal ateşinde pişiriyor, sonra su ısıtıp leğende bulaşıkları yıkıyor. Çay ve kahve için suyu da aynı şekilde hazırlayıp termoslara dolduruyor, gün boyu idare ediyoruz. Neyse ki günde iki posta vardiyalı elektriğimize bağlı olarak çalışan buzdolabı var, en azından soğuk su içebiliyoruz, nankörlüğün lüzumu yok!
Su kaynakları çok sınırlı ve sondajlardan tulumba ile sağlanıyor. Bizimki de. Günde iki sefer damacana ile bir sondajdan doldurulup getirilen sulardan bir bölümü kaynatılıp filtre edilerek içme suyu olarak kullanılıyor. Duş-banyo “kova sistemi “ ile. Alıyorsun bir kova su, gidiyorsun tuvaletlerin karşısındaki bölmelere, artık ne kadar olursa... Tabii iş böyle olunca gözünü damacanaya dayamış insanları görmek normal hale geliyor. Zira herkes içinde en az miktarda “şey” olan suyu seçip onla yıkanmak istiyor!
Geçen Pazar leğende çamaşır yıkıyorum. Yıkadım, durulamaya geçtim. Bir ağız, bir ağız daha… Hani deterjan iyice aksın da sıcak ve terde bir de deterjan kalıntısından menkul kaşıntı ve tahriş ile uğraşmayayım diye. Üçüncü ve son ağız için leğendeki çamaşırların üstüne damacanadaki suyu döktüm, baktım bir kurbağa. Daha doğrusu başı, kısmen bacakları ve barsakları halinde ondan geriye kalanlar. Tulumbadan çıkarken paralanmış hayvan haliyle. Ha, ne mi yaptım? Kalanları toparlayıp, leğenden dışarı attım ve durulamaya devam ettim elbet. Nerde o suyun bolluğu!
Son bir gelişmeyi aktarıp lafa son vereyim artık, zamanıdır!
Juba’da geldiğimde bana anlatılan; mobil cerrahi ekip anestezisti olarak kırsalda üç hafta çalıştıktan sonra geri alınıp bir hafta merkezde dinlendirileceğim ve sonra tekrar kırsala çıkacağım idi. Toplamda üç posta ile üç aylık süremi öylece tamamlamış olacaktım. Bu bağlamda pazartesi Juba’ya döneceğim düşüncesiyle mektubumun başlığını da öylesi koymuştum. “Dağdan düze” inecektim hani, uysa da uymasa da... Ama yeni gelen tıbbi sorumlu Chiyuki bugün öğlen benimle konuştu. Aktardığı haber; Cenevre ve Juba’daki “büyükler”in, Maiwut’ta mobil değil Fiks/Sabit tim oluşturmaya karar verdikleri ve benim geri alınmayıp burada devamıma karar verildiği idi.
Berdevam vesselam! Başlığı da değiştirmeyeyim artık, siz hangi niyetle okursanız öyle olsun! (ET/EKN)