“Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan”
Rüştü Onur
Geç kalmış bir yazıysa, filmi yeni izlediğimdendir. Hem her izlenen film için de yazı yazılmaz ki! Üstelik sinema sanatı üzerine yazacak bir yetkinlikte de değilim.
Böyle bir niyetim yoktu, ama yazmak zorunda hissettim kendimi; filmin dramatik yapısı zorladı beni buna. Duygu işte…
Kelebek ömürlü iki insanın, erken yaşta ölen iki genç şairin beyazperdeye yansıyan hikâyesinde hayata ve onun ayrılmaz bir parçası olan acıya dair düşünceler sardı beni.
Acı, hayatın kaderidir!
Bu kader kelimesini ister uhrevi, isterse dünyevi anlayın; yaşanılan “şeydir” kader.
Acı, hayatın kaderidir!
Ve kelebek ömürlü kaderler, doğal olarak daha bir acıtıcıdır.
Zonguldak’ta iki genç şair: Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu. İkisi de çağın vebası sayılan verem hastası. İkisi de bir kıza âşık (mı?). Onlara yardımcı olan bir, belki de tek insan; edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil.
20’li yaşların başında iki genç; şiire yeni adım atmanın gençliğinde iki şair.
Dönemin en önemli edebiyat dergisi olan “Varlık”a şiirlerini gönderiyorlar. Varlıklarının farkındalıklarının, “varlık”la daha bir artacağı inancındalar. O dönemde, öyle bir dergide bir yazının yayınlanmasının ne müthiş değer olduğunu, bugünün sahip olunan imkânları içerisinde anlamak o kadar zor ki! Nihayet bu dergide birer şiirleri de yayınlanıyor. Çok seviniyorlar, bir yandan çok kan kusarken!
1940’ların Zonguldak’ı. Kara elmas denilen kömürün yurdu.
20 yıllık cumhuriyetin iktisadi, siyasal ve kültürel inşasının Zonguldak’ta aldığı iki biçim: Yoksulluğun, yoksunluğun, bitin, hastalığın kol gezdiği bir dünya ile bürokrat ve zenginlerin dünyası.
Zonguldak, kara bir şehir; kömür karası bir havada ter kokusu!
Zonguldak’ta yer üstünde aç kalınır, yer altında ölünür.
Zonguldak’ta mahallesi ayrı bahçıvanlı evler vardır; balolar düzenlenir, tenis maçları oynanır, resmi geçitler yapılır takların altından.
Zamanın izinde bir mekân, güzel anlatılmış; Yılmaz Erdoğan, bu iki alanı bir kontras halinde filme aktararak, filmin fonunu daha bir güçlü kılmış. Ve özellikle “Mükellefiyet Kanunu”nun kömür madenlerindeki uygulanışının küçük bir kısmının sinema diliyle öyle yetkin bir anlatımı var ki, izleyiciyi sarsıyor.
Mükellefiyet Kanunu
1940 yılında çıkarılan “Mükellefiyet Kanunu”nu bu toplumda kaç kişi biliyordu?
Gerçi “Yol Vergisi Kanunu”nun getirdiği mükellefiyetlik gereği yol yapım işlerinde kısa süreli mecburi çalışmayı biliyordum, ama bundan farklı olan “Mükellefiyet Kanunu”nu bu film sayesinde öğrendim.
İkinci Dünya Savaşı koşullarında Zonguldak ve çevresinde 15 yaş ile 65 yaş arasında köylüler jandarma zoruyla toplanıp kömür madenlerinde çalıştırılıyorlar. Savaş daha önceden bitmesine rağmen 1947 yılında kalkıyor bu kanun. İkinci Dünya Savaşı, dönemin hükümetinin kimi uygulamaları için tam bir bahane olmuştur! Her alandaki Türkleştirme politikalarının arsızlığı sarmışken ortalığı, Nazi Almanya’sı hayranlığı, savaşın gidişatıyla kayaya toslamış ve hayranlar hükümeti, 1944 yılında taktik gereği, Türkçüleri tutuklamaya girişmişlerdir. Ancak derin köklere sahip kütleleşmiş yönetim zihniyeti, tarihsel seyrine hız kesmeden de devam etmiştir.
Mükellef Kanunu’nun cebren mükelleflerinden 97 yaşındaki Şaban Kalmaz "İki-üç ay ocakta durmadan çalıştığımız oluyordu. Kolu, bacağı yok demeden, işe yarasın yarmasın, herkesi zorla ocağa soktular. Askerlikten geldikten sonra direkt ocağa aldılar beni. Madenler o zaman çok kalabalıktı, insanlar karınca gibiydi. Jandarma, mükellef kaçaklarını yakaladığında dövüyordu. Annen baban ölsün köyüne gelmenin imkânı yok, yollamıyorlardı. İzin alman mümkün değil. Jandarmaya emir vermişler, sopa dersen çok bol, kımıldatmıyorlar seni. Böyle günler geçirdik, şimdi hükümet pamuk gibi o zamanların hükümeti böyle miydi- Süvariler at üzerinde köylerde dolaşıyorlardı."
Kalmaz, mükellef kaçaklarının yakalanmaları durumunda dövülerek tekrar madene sokulduğunu vurguluyor: "Savaş yıllarıydı. Asker topluyordu milleti. Kaçmanın imkânı yoktu. İl dışından bile insan geliyordu. Mükellef kalkınca insanlar rahat etti, yaşlı olanları emekli ettiler."
Vefa Borcu
Filmde belediye başkanının kızı Suzan (Belçim Bilgin) hikâyesine fazla yer verilmiş. Bu fazlalığa Belçim Bilgin’in oturmayan rolü de binince, filmin yapısını zayıflatan bir etki oluşmuş. Filmin ana ve yan karakterleri genellikle başarılı. Mediha rolünü oynayan Farah Zeynep Abdullah’ı burada ayrıca anmalıyım. Kıvanç Tatlıtuğ ise, yeteneğiyle şaşırttı beni.
Filmin hem yönetmeni hem senaristi Yılmaz Erdoğan, bu işi hakkıyla başarmış. Ancak bir kaç kez, birkaç parça halinde izlediğim “Çok Güzel Hareketler Bunlar”daki düzeysizlikle, bu filmlerin yönetmenin aynı olması, bir uyumsuzluk (ya da bir uçurum mu demeliyim) oluşturuyor. Filmin görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, kamerasını salt bir yansıtıcı olarak değil, anlatıcı olarak da kullanmış.
Hüzünlü, ironik, mizahi ve şiirsel diyalogların olduğu bu filmde aşağıdaki diyaloglar etkileyiciydi:
Şair ve hasta Rüştü Onur’un yine hasta olan eşi Mediha’ya söylediği, “Hasta olmasaydın seni bana verirler miydi?”…
İkinci Dünya Savaşı’na Amerika’nın girdiği haberi üzerine şair Muzaffer yorum yapmaya kalktığında, öğretmen Behçet Necatigil’in şair ve hasta Muzaffer’e söylediği, “Aldırma bunlara sen Muzaffer / Senin savaşın sana yeter”…
Ve Mediha’nın kocası Rüştü’ye söylediği, “Sen kötü şeyleri bile çok güzel anlatıyorsun” (İşte size estetiğin kapsayıcı anlamı üzerine derin bir söz) diyalogları unutulur gibi değil.
Filme daha başka açılardan da eleştiri yapılabilir. Ancak ideolojiyi sanata bir çivi gibi çakan eleştirileri de dikkate değer bulmuyorum. Filmde maden işçilerinin bir dekor olarak kullanıldığı iddiasında olanlar, herhalde filmden Zola’nın “Germinal”ini bekliyorlardı!
Acının ve hüznün estetik anlatımında “sahipsiz” şiir gibi bir film demem, bir abartı olmasa gerek diye düşünüyorum.
Bu film her şeyden önce kelebek ömürlü bu iki şairimize bir vefa borcudur.
Kelebeğin Rüyası’nı izlemenizi öneririm. (HŞ/EKN)