Otobüste bir kadın oturuyor yanıma. O da bir şeyler okuyor benim gibi. Ne zaman biri otobüsün arka tarafına geçecek olsa ayaklarının önündeki torbayı kaldırıp koyuyor. Ona torbayı yanıma koymayı öneriyorum, çok tatlı ve kıs kıs gülerek "ben unuturum ki" diyor, aynı dertten mustarip biri olarak "e ben de hatırlatamam ki" diyorum; birlikte gülüşüp tüh çekiyoruz.
Varmaya çok da uzun bir mesafe yok, yolun kalanını sohbete tahsis ediveriyorum, uzun gülümsemesini karşılıksız bırakmayıp soruyorum; "Ne okuyorsunuz peki?"
Ayşe Kulin'in son kitabını okuyormuş, "otobiyografi severim ben" diye ekliyor. Benim ne okuduğumu sorunca tak diye "Kankurutan"ımı gösteriyorum. Yazarın ismini söylüyorum, "ismi de güzel değil mi" cümlesini araya karıştırıyorum yazar hakkında, "çok güzel öyküler var içinde, otobiyografi seviyorsan bunu da seversin bence. Çoğunlukla kadınların öyküleri var, yani bizim öykülerimiz. Bu yayınevi de zaten -Ayizi'nin sembolünü gösteriyorum- hep kadın kitapları basıyor."
Aslında ilk anda kadın öyküleri meselesi onu pek ırgalamadı sanki, anca "iradeli, kararlı, düzenli" kitaplarla varılabilecek bir ciddiyetin sularına yol almak istiyor gibiydi. O anda aklıma Melek Göregenli ve Oya Baydar'ın kitabı gelince "İsimlerini yazıversene kitabın arkasında" diyerek kitabını uzattı. "Nasılsa okununca işi bitecek. Ama bazı kitaplar var, onları mesela 2-3 kere okurum" diye ekledi ağzını doldurarak.
İşte orada ben, "hangi kitaplar" diye sormadım. Eve geldim, merak ettim, ama orada "Ben de bazı kitaplara sararım" karşılığını vermekten sevdiği otobiyografileri sormak aklımdan uçuverdi. İşinden dolayı günün neredeyse yollarda geçtiğini, bu yüzden çok kitap okuyabildiğini anlatınca durum da anlaşıldı tabii: Otobüs arkadaşım emekliliği sonrasında bir araştırma (anket) şirketinde prim usulü çalışıyormuş, bu yüzden yollarda kovalıyor ekmek parasını. Belli ki çok çalışkan ve disiplinli; en ufak bir hata ile işçilerin atıldığı bir şirkette beş buçuk yıldır çalıştığı için gurur duyuyor.
"İş bulamıyorum" diyen gençlere de kızgın üstelik, "tembel millet"ten gına gelmiş. Sonra ona kendim, arkadaşlarım, arkadaşlarımın arkadaşları ve o saydığı kriterlerin hemen hepsinden muaf "zengin millet" hakkında bir şeyler söylüyorum hemencecik. Kitaptaki bir öyküyü belli belirsiz ekliyorum sonuna. Bakışları çok güzel, eline alıyor ve evirip çeviriyor kitabı, sonra nerede oturduğumu sorup yakın olduğumuzu öğrenince "e telefonlarımızı alalım birbirimizin kitaplarımızı değişiriz, olmaz mı" diyor. Olmaz mı hiç?...
Kankurutan
"Sıkıldım mı hemen büyümeme ne kadar kaldığını saymaya başlarım. Bana saymayı Vildan Anne öğretti. Ne zaman büyüyeceğimi bulmam çok kolay. Önce bismllanirranine diyorum. Sonra koridordaki yüklüğe saklanıyorum. Hemen biri gelir kapıyı açarsa, çabuk büyüyeceğim. Eğer beni birinin bulması uzun sürerse daha büyümeme çok var demektir." (s. 99)
Herhalde şimdi fırsatımız olsa, o yünlüğe girer ve gözlerimizi açmazdık. Hande Ortaç, çocuk gözünü eksik etmediği kitabında, büyümüş olmanın yüklerini sizi ağır bir kasvette boğarak anlatmıyor neyse ki. Çatallı betimlemelerden ya da soluk aşındıran upuzun cümlelerden yol alan, okuduğunuzda "kesin bir şey eksik kaldı" hissini suratınıza dayayan kitaplardan değil Kankurutan. Sanki "mahallenin kadınları"nca yapılmış derin muhabbetlerden çıkma gibi...
Hayatın yakalayamamış olduğumuz derinliklerini bize bahşetmiyor, psikolojiyi öyle herkesin kolay kolay anlamaya erişemeyeceği bir müstakil alanmışcasına kitabın her yanına yaymıyor. Nasıl desem, usul usul, "aslında sen de fark etmişsindir de bir de benden dinle" diyerek anlatıyor. Size uzak sandığınız gündelik debelenmelerle aranızdaki mesafeyi kısaltmıyor da çeşitli sebeplerle kümelendiğini sandığınız öykülerin siz tarafından nasıl, ne zaman yaşandığını, yaşanabileceğini işaret ediyor.
Tam anlamıyla kitabın tanıtımında söylendiği gibi "zamanın yarıldığı, yarıklardan başka zamanların çıktığı, olayların birbirini bizim aklımıza göre değil, keyfine göre takip ettikleri" bir kitap bu. Neden sonuç ilişkisi ve olay örgüleri de bu kitapta keyfine pek düşkün aslında.
Kitabı okurken "masaj koltuğunun fetvası mı olur hiç" diye soramayacaksınız mesela, öldükten sonra da ömür geçirenlere şaşmayacaksınız. Avukatlara oğlunun hastalığını soragelen kadınları yargılamayacaksınız. Bir ara ölüm fazla gelecek sanki ama belki böylece yakınlaşmış oluyoruz hayatın dibine tıkıştırılmış bir dolu şeye.
Kadınların gündelik hayatlarında peşlerini bırakmayan "onun yerine ben öleydim; çocuğumun başına gelenler hep benim yüzümden; az bi kendime bakaydım adam başka karıya mı giderdi..." diye devam eden suçluluk atıştırmalarına atıflar var Kankurutan'ın gizli sözcüklerinde. Bu yapay hissiyatların üzerlerine bocanmasına karşı cümle altından itirazlar...
Tökezlemeler bile yeni bir ufkun bakışıyla mütevazı bir direnişin işaretiymiş gibi geliyor. Yazarın önemsediğini fark ettiğiniz unsurlar okur için bir dayatma değil, yazılar önemli olayların altını çizmeye hasredilmemiş. Misal, "uzun süredir üzerine çalışılan yemek tarifi", kitaba ismini de veren öykünün sanki en güzel yeri: adamotunu "Zeynep'in annesi/Elif'in anneannesi"nin "Nasıl benim ailem -heyhat- yuva kurma yolunda ona zorluk çıkarmadılarsa, ben de ona yeni bir hayat kurma konusunda hiçbir problem yaşatmadım" (s. 13) dediği kocası Muhittin'le yenecek son yemeğin en mükemmelleştirici malzemesi olarak görmüyor, kadınların sırtında taşıdığı mükemmellik baskısının herhangi bir öğesi olarak okuyorsunuz saf saf...
"İşte O An Ne Düşündüğümü Bir Türlü Hatırlayamıyorum"da mesele Fikret sanıyorsunuz başlarda... Olay hiç öyle değil sevgili okur, Hande Ortaç'ın kafamıza boşaltmadan anlattığı çok şey var. Yazar kendi de itiraf ediyor zaten: "Benim elimde kalem, kucağımda kağıt, duvarın kenarına çökmüşüm. İnsanlar etrafımda. Hepsi dehşete düşmüş, beni izliyor." (s. 112) (YY/HK)
* Kankurutan / Hande Ortaç / Ayizi Yayınevi/ 2011