Siyah beyaz Theo Angelopolos filminin kederli ev sahibesidir İkiçeşmelik’in az aşağısında çalıp duran Eleni Karaindrou şarkısı. Şehir bütün yorgunluğunu kadife tenli bir akşama emanet ederken, ay ışığıyla şenlenen körfez, üzerindeki tertemiz bir yaz akşamıyla sessizce serenat yapıyor. Havra sokağı için dansın zamanı değil.
İzmir, sessiz bir şehir, gürültüsü kamburu olmuş şehirlerden değil. Olan gürültüyü de deniz yutar, çeker içine. Saklar karnında, demler bütün bir gece boyunca. Sonra vapurlar hareket edince dalgaların arasından dışarı atar karnındakini. O gürültü demlenip dalgaya dönüşünce hem şehir huzurlu bir şekilde kapar gözlerini hem de balıklar köpüklü sularda yıkar ellerini. Ağır yük gemileri birer dalga kıran gibi şehre dâhil olmak için ağırbaşlı bir şekilde eşikte beklerler. Deniz suyunun yorgunluğa iyi geldiğinin ağır yük gemileri de farkında. Ayaklarından denize ince ince yorgunlukları akıp giderken sabahı zor ediyorlar. Eşikte durmanın böyle de bir sancılı yanı var. Bir yandan dinlenirken bir yandan da eşikte beklemenin yorgunluğunu, sabırsızlığını yaşarlar.
Çift taraflı telaştır eşik. Tebdil-i mekânın ferahlığıdır telaşı çağıran, sabrı öğüten. Denizden karaya, karadan denize eşyanın tabiatına karakter katan. İzmir’de her liman birer eşiktir. Eşikte sevinçler devşirilirken arkada kalan hüzün oluyor. Arkada kalmanın hüznü bu şehre hayli hayli yettiğinden, elindekilerle yetinmeyi bir huy edinmiş, kanaatkâr bir şehirdir.
Bir şehir çalışmadan nasıl yorulur, yorgunluktan helak olup bitap düşer anlamak zor. Bu şehri yorgun kılan emeklilerin başkenti olması mı, yoksa kordon boyunca zamanın fütursuzca çevreye saçılmasından mı, çözmek için sabahlamanın belki faydası olur. Kordonda sabah erken gelir; insanlar bedenlerini alkole yatırırken, farkında olmadan sabaha kadar denizle denizin sakinliği üzerine sohbet edilir. Sohbet ne zaman işçiye, üretime, emeğe gelip dayansa ya bir vapur korna çalar: “deniz neyinize yetmiyor” der gibi, ya da güneş denizden yansıyarak insanların gözlerini alır. Denize komşu nice kasabalar vermiş bu şehirde sanırsın ki insanlar denizden geçinirler, beslenirler.
Bu şehri anlamak için burada yaşamak gerekir, her sokağını, mahallesini gezmek, nerenin toprağı kırmızı, nerenin kaldırımları yenileniyor, yağmur yağınca hangi evde çileye dönüyor bilmek gerekiyor. Dünün Smyrnası; kuruyan derelerin yatağındaki fakir kondularıyla bugünün Bayraklısı taze belediye olmanın acemiliğiyle ne körfezin tadını çıkarabiliyor ne de yarın korkusuyla güneşin batışını seyretmeyi aklına getiriyor. Pegos buranın en yüksek dağlarından biri. Eskiden atıl olan, su çıkmayan, yol geçmeyen yer, zamanla şehrin içinde kalmış. Bu şehre göç eden Kürtler, alışkanlıktan olsa gerek suyun kıyısından çok yüksek dağlara yerleşmeyi tercih etmişler. Bu da; güven denilen ürkek duygunun dışavurumundan başka bir şey değil. İnsan gittiği yere gölgesini de götürüyor. Şimdinin Kadife kalesi eski Pegosluğunu kaybedeli dört kuşak oluyor neredeyse. Doğduğu yerden göç edenler şimdi de buradan şehrin başka bir yol geçmez, kuş uçmaz dağına zorla göç ettiriliyor. Yollarda, caddelerde yük kamyonları, eşya kamyonetleri görünmeyebilir ama sağır sultan bile duymuştur evlerini taşımak zorunda olan bu insanların sessiz çığlıklarını.
Yeni Foça’da deniz kocaman kocaman kayalarla durdurulurken (doldurulurken), Urla’da, çam ağaçları denizi görmek için palmiyelerle yarışır. Çiğlinin kentselleşme çabaları Eski Foça’nın başını ne kadar şad eder bilinmez ama Güzelbahçe’den Konak’a kaplumbağa hızında bir tramvay hattının bu şehre üç seanslık terapi kadar iyi geleceği kesin. Yurtoğlu’nun arka tarafı daha fazla rant için oyulurken, Limontepe’nin payına düşen; yeni gelin gibi süslenip karşısına oturan Olimpiyat köyünün kaprisini, kibrini, triplerini sineye çekmek…
Varyantın virajları
Kemalpaşa’nın kirazları
Torbalıdan hıyar gelir
Kesme umudunu Teleferikten
Bademlerden niyaz gelir
Hatay’ın altı tünel
Pınarbaşı’nın tepesi kel
Beklediğin Abin gelmez
Ankara’dan İzmir görünmez
Siyah beyaz Theo Angelopolos filminin kederli ev sahibesidir İkiçeşmelik’in az aşağısında çalıp duran Eleni Karaindrou şarkısı. Şehir bütün yorgunluğunu kadife tenli bir akşama emanet ederken, ay ışığıyla şenlenen körfez, üzerindeki tertemiz bir yaz akşamıyla sessizce serenat yapıyor. Havra sokağı için dansın zamanı değil. Gece kabuğuna çekilip eski yaralarını sarmak için ideal bir zaman. Tüyleri dökülmüş yaşlı bir kediyle dertleşmek az da olsa serinletiyor Havra sokağının yüreğini. Gece gündüz yalnız, yorgun, sahipsiz ve dilsiz olan Havra sokağı, dilini yutmuş bülbüller sokağı olmak üzere. İki film birden oynatan Saray Sineması’nın kaderi boylu boyunca uzanmış yatıyor Agora’nın avlusunda.
Kanserli bir hasta gibi yıllardır bu şehrin ortasında yatan metrosuyla, meyve şaraplarının tılsımıyla Çirkince’den Şirince’ye terfi eden köy, kadim halklardan Maya’ların takvimine girmenin kibrini yaşıyor. yaz sezonunda saklı birçok koyuyla, ışıltılı bir düğme gibi parlayan suyuyla İzmir, Ege’de güzellik uykusundan bir parmak şıklatmasıyla mı uyanacak yoksa Expo dokunuşuyla mı? (HB/HK)