Sanremo Şarkı Yarışması'nı yıllar sonra şereflendiren Adriano Celentano İtalya'da gittikçe nesli tükenmekte olan delikanlı vasfıyla ortalığı birbirine kattı.
Türkiye'de Aşkın Sessizliği adıyla oynamış olan Philippe Claudel'in filminde ayrıntısıyla teşhir edilen İtalyan erkeklerinin gittikçe pasifleşen kimliği bir kez daha sınanıyordu.
Fakat bu arada Taviani kardeşlerin Rebibbia Hapishanesinde gerçek mahkûmlarla çekilen Sezar'ın Ölmesi Lazım adlı eseri Berlin Film Festivali'nin Altın Ayı ödülünü İtalya'ya kazandırarak karnavalın kutlandığı bu coşkulu dönemde moralleri yükseltti.
Celentano sahneye çıkınca
İtalyan müziğinin evrensel zevklere hitap edebildiği yıllarda Sanremo Şarkı Yarışması'nın dünyada ve Türkiye'de hayranları çoktu. 80'lerden itibaren kapitalist ivmeli narsizm, İtalya'yı kendi karikatürü haline getirdikten sonra Mina ve Adriano Celentano gibi popüler isimleri bile sadece kendi memleketlerinde tapınılan idollere indirgemişti; gittikçe daralarak milli bir taşralılığa dönüşen İtalyanların ufuğu, küreselleşen dünyaya ayak uydurmakta da zorluk çekiyordu.
Televizyon bombardımanı sayesinde klişeler içinde boğulan toplum her ne kadar Berlusconi'nin medya imparatorluğundan fazlasıyla muzdarip olsa da medarı iftiharları Sanremo'dan ümidi kesmeyip bu sene 1938 doğumlu Celentano'ya bel bağlamıştı.
Devlet Televizyonu RAI'nin düzenlediği müzik şöleni son yıllarda nerdeyse bir hafta süren bir TV hipnotizması haline geldiğinden yıl boyunca hazırlıkları yapılan ve reyting patlaması yaşatan bir piyasa.
Katılacağı her gece için 350.000 (üçyüzellibin) euro alacağı söylenen asi çocuk Adriano parayı Emergency adlı kuruma bağışlayacağını açıklayınca yüreklere su serpildi. Kendi vergilerinin, üstelik kriz döneminde eğlenceye gitmesi ne de olsa Katolik vicdanların suçluluk duygularını şaha kaldırmıştı.
Fakat sahneye çıktığı ilk gece olanlar oldu ve Celentano özellikle kiliseye ve Katolik basına yüklenince İtalya ayağa kalktı.
TRT'nin dış dünyayla bağlantısının gayet kısıtlı olduğu siyah-beyaz yıllarında bile, maç aralarında olsa da Raffaella Carra'yla yaptıkları danslar sayesinde seyirciyi kendine hayran bırakan kabadayı tavırlı Celentano, politikacılara yıllardan beri meydan okuyordu, ama hedef belirtmiş olması molotof etkisi yaptı.
Avvenire (Gelecek) ve Famiglia Cristiana (Hıristiyan Aile) gibi gazetelerin miyadının çoktan dolduğunu söylemekle kalmadı, Corriere della Sera gazetesinin Aldo Grasso adlı yazarına da "gerzek" sıfatını yakıştırdı. Her ne kadar Grasso yüzeysel tavrı sebebiyle meslektaşlarının eleştirilerine sık sık maruz kalan bir isim olsa da, Celentano'nun ahlak kurallarını ihlal ederek fikrini açık açık belirtmesi lanetlendi.
Riyakârlık diplomasisine boğulmuş İtalyan burjuvazisi rahatsız olmuştu, etkisi Türkiye'deki asker kadar hissedilen Vatikan ise şarkıcının özür dilemesini bekledi. Monti hükümeti kilisenin mal varlığıyla ilgili duyulmadık vergiler öngörse de Papa'nın "İktidar peşinde koşmayın" diyerek uyardığı piskoposlar deliye dönmüştü.
Tüm olanlara rağmen Celentano son gece yine sahneye çıktı, Rock and Roll ruhunun ölmediğini Thirteen Women şarkısının her zamanki vurdumduymaz yorumuyla kanıtladıktan sonra eleştirilerine devam etti, fakat salonda bu sefer ıslıklayanlar olmadı değil.
İtalya'da da fırtınalar estiren genç yetenek yarışmalarından X Factor jürisi gibi gayet stratejik bir pozisyonda yer almış olan Adriano'nun eşi Claudia Mori, "Organize ettiğiniz şaklabanlık için teşekkür ederiz" derken RAI yöneticilerini kendi ayıplarını örtmek üzere komplo düzenlemekle suçladı.
Yarışmayı kazanan şarkı ise, İtalya'nın cehenneme benzememesini arzulayan "Non e' l'inferno" oldu; bir zamanlar çok moda olan hırıltılı sesli erkek şarkıcıların örnekleri bolca görülen kadın muadillerinden Emma Marrone, Liguria bölgesindeki kasabada 62'incisi düzenlenen festivalin politik kimliğini gayet sıradan bir parça ile perçinliyordu.
İtalyan erkeğinin sessizliği
Celentano'nun isyan ettiği düzende sesini çıkarmayan veya kendini ifade ederken çağdışı söylemlere saplanan İtalyan erkekleri çoğunlukta, geçen sene ülke çapında yapılan Berlusconi karşıtı yürüyüşlerin başrolünde artık kadınlar vardı.
Fransız romancı ve sinema yönetmeni Philippe Claudel'in 2011 yapımı Tous les Soleils adlı filmi bana İtalyan toplumunun günümüzdeki özelliklerini İngiliz ironisiyle harmanlayarak sunan yazar Tim Parks'ı hatırlattı. Türkçe'ye Kanat Yayınlarının kazandırdığı Parks bir İtalyanla evlenip çocuklu bir aileye sahip olmakla kalmamış, Verona yakınlarına yerleştikten sonra bir iç mihrak gibi toplumun tüm zaaflarını eserlerinde teşhir etmişti.
Ferzan Özpetek'in filmlerinde arzu nesnesi olarak sunulan Stefano Accorsi Türkiye'de Aşkın Sessizliği adıyla gösterilmiş olan İtalyan usulü Fransız komedisinde memleketinin tipik bir burjuva ferdini canlandırıyor.
Kendisi Strasbourg'daki bir müzik okulunda barok müzik tarihi hakkında ders vermekte ve yeri geldiğinde kürsünün üstüne çıkıp tarantella dansı bile yapmaktadır; geleneksel milli değerlerden şeref duyduğu her halinden belli olan Alessandro öğrencilerinin maskarası olma riskine rağmen dikkat odağı olma ihtiyacını bu şekilde giderir.
Fakat hayatı genellikle mutluluktan ibaret değildir, kızı İrina doğduktan kısa bir süre sonra vefat eden karısının acısını aradan geçen 15 yıla rağmen üstünden atamamıştır, kurban psikolojisi, durumdan devamlı şikâyet etme, nostaljiye sığınma gibi reflesklerle kızının da hayatını karartmaktadır.
İrina Tibet'in bağımsızlığı yürüyüşüne katılmaktan dolayı gözaltına alındığında "Çin rejimini düşürebileceğini mi sanıyorsun?" cümlesiyle siyasi duruşu ortaya çıkar, aynı evde yaşayan ağabeyi Luigi kendisini apolitik olmakla suçladığında: "Dünyayı değiştirmek istiyorsan evimde değil, köprü altında yaşamaya devam edebilirsin" diye rest çeker.
Ev ekonomisine hiç katkıda bulunmadığı için kovulmayı hak eden ağabey pozisyonundaki Luigi "sen hayatında hiç çalışmadın bile" cümlesine karşılık olarak "benim işim direniş" cevabını verebilecek idealist bir militandır. Yeri geldiğinde kardeşinin eşyalarını yıkadığını, gömleklerini ve pantalonlarını ütülediğini, evi düzenleyip temizlediğini ve birbirinden leziz İtalyan yemeklerini kendi elleriyle hazırladığını hatırlatmak zorunda kalacaktır.
Bu arada Alessandro Hıristiyan vicdanını rahatlatmak üzere hastanedeki yaşlılara kitap okumaktadır, fakat ölüm döşeğindeki bir dedeye Kafka ve Sartre gibi yazarlardan parçalar okumaya yeltenince "daha erotik bir şey yok mu?" sorusuyla karşı karşıya kalır. İrina'ya derslerinde yardımcı olmaya çalışırken James Joyce'un bir cümlesi kendi bilgi dağarcığında yer almadığından İrlanda'lı yazarı küçümser.
Arkadaşlarla tutmuş oldukları kır evinin samanlığı çökünce, kızının tehlikeyi atlatmasına rağmen güvenlik kıstaslarının bir numaralı savunucusu olur.
Bu arada İrina'nın büyümekte olduğunu inkâr etmeyi sürdürmektedir; bir alışveriş merkezinde kızına don seçmeye cüret eder, genç kız "Ben bebek değilim, ayrıca senin donlarını ben mi seçiyorum?" deyince tipik İtalyan erkeği olarak "Ama otuz yaşıma kadar donlarımı bana annem alırdı" der şaşkınlık içinde.
Beraber göründüklerinde psikologdan "Asıl sizin tedaviye ihtiyacınız var" lafını işitince, toz içindeki bekleme odasında karıştırdığı dergilerin eskiliğini öne sürerek teşhisine de asla güvenilemeyeceğini haykırır.
Bu arada kendisi sokağa hiç çıkmamasına rağmen yeğeni İrina'ya protesto gösterilerinde polislere nasıl taş atılacağını öğreten Luigi sanat damarı olan bir insandır, fakat yıllarca çağdaş yaşamda insanlar arasındaki iletişimsizliğin sembolü olarak devamlı aynı tabloyu çizer durur: resim bir elma ve cep telefonundan ibarettir, sadece yerleri değişir.
Resimleri satın almak isteyen bir galericinin yolladığı para dolu zarfları da çöpe atmaktadır, çünkü İsviçre parası kesin kara paradır ona göre. Durumun farkına varan Alessandro deliye dönerek ağabeyini tımarhaneye kapatmakla tehdit eder.
Fakat tipik Akdeniz erkeği özelliği eşcinsellikle itham edildiğinde ayyuka çıkar. İrina televizyonda devamlı dizi izleyen Luigi ile babasından arkadaşlarının "ibne çift" diye bahsettiklerini söyleyince kızına sıkı bir tokat atar.
Luigi'nin derdi ise Fransa'dan siyasi sığınma hakkı elde etmektir; başvurusunu kayda almak üzere eve gelen Fransız memurenin "Nereden geliyorsunuz?" sorusuna memleketinden utandığından "Artık var olmayan bir ülkeden... İtalya'dan geliyorum" diye cevap verir. "Ama başvurunuzu kabul edemem, orası demokratik bir ülke" cümlesini duyunca hiddet içinde "bir erotoman, orasını burasını gerdirmiş ve makyajlı bir adamın her şeyin tekelini elinde tuttuğu bir memlekete siz demokrasi mi diyorsunuz?" diyerek kadını evden kaçırır, arkasından da "diktatörlere destek vermeye devam edin" diye haykırır.
Uluslararası bir mahkemeden gelen cevapta da insanlığa karşı suç işlemek, psikolojik işkence, çocuk istismarı, entelektüel soykırım, akıl barbarlığı gibi ithamlara rağmen adaletin mevzubahis kişiye müdahale edemeyeceği bildirilir.
Sinema tarzı İtalyanlara ılımlı bir ayna tutma politikasıyla özdeşleşen Özpetek'in sansasyonel yaklaşımından farklı olan, hatta yavan sayılabilecek Tous les Soleil'deki kahramanlarımızın pratik yaşamda karşılığı olmayan prensiplerine sıkıca bağlanmaları ve egosantrik varoluşları bir yana, Berlusconi hakkındaki davaların henüz elle tutulur bir sonuca bağlanamamış olması da manidar değil mi?
Berlin'de İtalya ve karnaval
Celentano'nun maskaralık olarak algılanan çıkışına nispet yaparcasına İtalya'nın üç sinemacısının ülkeyi Almanya'da başarıyla temsil etmesi ortalığı sakinleştirdi, ne de olsa narsist İtalyan toplumu ilkokul öğretmeninin "Aferin"lerine daima muhtaçtı.
Biri 1929 diğeri 1931doğumlu Vittorio ve PaoloTaviani kardeşlerin 1950'lerden günümüze kadar süren sinema başarıları herkesçe malum.
Türkiye'de de özellikle İKSV'nin İstanbul Film Festivali aracılığıyla tanınan tecrübeli yönetmenler geçen hafta sona eren Berlin Film Festivalinin en büyük ödülünü alarak başarılarını perçinlemiş durumdalar. Özellikle Alman sinema çevreleri verilen ödülü, jüri başkanı Mike Leigh'nin yaşıtı sayılabilecek meslektaşlarına bir kıyağı olarak algıladıysa da İtalyan sinema camiası ödüle fazlasıyla sevindi.
Roma'nın dışında nerdeyse bir şehir büyüklüğündeki Rebibbia Cezaevinde gerçek mahpuslarla çekilmiş olan Cesare Deve Morire Shakespeare'in Julius Caesar'ının uyarlaması.
Vittorio Taviani aktörlerinin müebbet hapis cezası alan kişiler olsalar da insan olduklarını düşünmemizi öneriyor ve mahkûmlara oyunculuk tecrübesini yaşatan tiyatro yönetmeni Fabio Cavalli sayesinde bu zorlu işten alınlarının akıyla çıktıklarını da itiraf ediyor.
Berlin Film Festivali'nden seyirci ödülüyle çıkan bir diğer İtalyan filmi ise 2001 yılında Cenova şehrinde düzenlenen G8 zirvesi sırasındaki olaylardan yola çıkılarak çekilen Diaz, Non pulire questo sangue/Bu kanı temizleme.
İtalyan güvenlik kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı konusundaki yüzkarası zirve sırasında Diaz adlı lisede kıstırılan 93 savunmasız gösterici 400 polis tarafından acımasızca dövülmüş ve tutuklandıktan sonra işkence görmüşlerdi.
Uluslararası Af Örgütü'nün "İkinci Dünya Savaşından sonra bir Batı ülkesinde demokratik hakların en ağır şekilde askıya alınması" olarak yorumladığı olay dışında zirve bir göstericinin hayatına da mal olmuştu.
Fakat bugünlerde İtalyanlar'ı en çok meşgul eden konu her sene olduğu gibi Carnevale. Venedik'teki klasik maskeler ise İtalya'nın üvey evladı Trieste'nin kırsal kesiminde yine pek rağbet görmedi.
Bazıları sadece peruk takmış olan kadın kılığındaki erkeklerin sayısı dikkat çekiciydi. Sloven azınlığın yaşadığı Karso dağlarının eteklerindeki köylerin topluca katıldığı Opiçine Karnavalında her bir köy bir konu seçerek grup halinde yarıştı.
Özellikle politikacıların topa tutulduğu kortejler ilgi gördü, nükleere karşı çevreci bir ekip, Robin Hood'u örnek alan bir diğeri soğuk havaya rağmen seyircileri coşturdu. Kasabanın ana yolunu kaplayan karnavalı ellerinde mikrofonlarla biri kız biri erkek iki Sloven genci genelde kendi dillerinde sunuculuk yaparak idare etti.
Bangır bangır çalan müzikler eşliğinde geçen ekiplere oy verecek jürinin tribününe Trieste'nin yeni seçilen Belediye Başkanı Roberto Cosolini şeref verince muzip sunucularımız fırsatı kaçırmadı:"Sizin için dün akşam rahibe kılığında dolaştığınız, sokağa çiş yapmanıza rağmen gençlerden alınan 500 euroluk cezanın da sizden alınmadığı söyleniyor, doğru mu?" Cüssesiyle de alaylara konu olan Cosolini kısa bir duraksamadan sonra "Kesinlikle doğrudur" cevabını verince "Biz yöneticinin samimi olanını severiz"'le karşılık aldı.
Eh, Trieste'nin kısa tarihinde ilk kez seçilen sol hassasiyetli bir Belediye Başkanına da bu yakışırdı, darısı tüm İtalyan erkeklerinin başına.
Taşkınlıklara sebep olabileceği mazeretiyle yıllar önce Türkiye'de yasaklanan ve en son İstanbul azınlıklarının kutladığı geleneksel Baklahorani Karnavalı da tarihe gömüldüğünden mevzubahis ironiyi Türk politikacılarında aramak abes olsa gerek. (RL/HK)