Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 28 Nisan 2013’de dünya çalışan sağlığı ve güvenliği gününde ilk defa meslek hastalıklarını “gizli salgın” olarak tanımladı. Bu salgının gizli olmasının temel nedeninin kendisinin yaptığı tahminlerle dünyada yüzde 86’sı meslek hastalıklarına ve yüzde 14’ü de iş kazalarına bağlı olmak üzere her yıl 2 milyondan fazla insan yaşamını yitiriyor. İş kazalarına bağlı ölümler tüm işle ilgili ölümlerin 1/6’sını oluşturmasına rağmen çoğunlukla olay yerinde tespit edilebilmeleri ve adli yönünün de hemen devreye girmesi ile hemen kayıt altına alınabiliyor. Bu nedenledir ki iş kazaları sıklıkla toplumların gündemine gelmektedir. Oysa meslek hastalıklarında düşük-orta seviyelerde ve tekrarlanan fiziksel, kimyasal, biyolojik, sosyal ve psikolojik nedenlerle oluşan etkilenmelerdir ve daha uzun sürede ortaya çıkmaktadırlar.
Bu etkilenmelerin hastalığa dönüşmesi, maluliyet, hasar hatta ölüme yol açması bazen 40 yılı bulmaktadır. Bu kadar uzun sürede bunların kişilerin çalıştığı ortamlardaki etkilenmelerden kaynaklandığının gösterilmesi ancak ve ancak bu konuda iyi bir sağlık sisteminin olmasına bağlıdır. Bu nedenle ILO aynı raporunda dünyada çalışma koşullarına bağlı her yıl 160 milyon meslek hastalığının görülmesinin beklendiğini ancak ülkelerin mevcut bildirim ve kayıt sistemlerinin buna olanak sağlamadığını ifade etmiştir. Aynı raporda verdiği Çin örneğinde Çin’in çalışma koşulları ve nüfusu dikkate alındığında düz mantıkla bile bu 160 milyon meslek hastalığının 1/4, 1/5’nin yani en az 20-30 milyonunun kayıt altına alınması gerekirken Çin’de kayıt altına alınan meslek hastalığı sayısının 30 bini bile bulmadığını ifade etmiştir. Bu nedenle ülkelerde meslek hastalıkları kayıt ve bildiriminde ciddi bir paradigma değişikliğini önermiştir.
ILO özellikle gelişmekte olan birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de meslek hastalıkları ve iş kazalarının durumu konusunda bir girişimde bulunmuştur ki bunu daha önce bu köşeden paylaşmıştım.
Mayıs 2015’de yapılan ilk çalıştaydan sonra Ağustos ayında oluşturulan çalışma grupları ile ikinci bir toplantı yapıldı; 17 Kasım 2015’de de son bir toplantı ile konu “kendilerince” sonuçlandırılmış oldu. Doğrusu ilk yazıda heyecanla bahsettiğim bu toplantılar dizisinde “olumlu büyük gelişmeler”in olacağı konusunda baştaki kuşkulu iyimserliğim son toplantıyla oldukça azaldı. Bunun belki de en büyük nedeni bu “sonuç toplantısı” olarak nitelendirilebilecek toplantıya katılımcı profilindeki cılızlıktı.
ILO’nun da kuruluşu ile beraber savunageldiği “devlet-işçi-işveren” üçlü yapısının iki önemli saç ayağı bu son toplantıda yoktu. İşveren temsilcilerinin olmaması belki anlaşılabilir (zaten oluşturdukları devlet var) ancak konunun en büyük asli savunucuları olması gereken sendikaların temsilcilerinin bu sonuç toplantısında olmamasını anlamakta güçlük çektim.
İşin daha da ilginç olan yanı olayın “çalışma ortamlarındaki risk ve tehlikelerden etkilenme/hastalık” bazında evrensel temsilcisi olması gereken Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ilk toplantıdaki uyarım ve ısrarım üzerine bir temsilci göndermişken ikinci ve sonuç toplantısında da yoktu. Tabii hal böyle olunca sağlıktan sorumlu ulusal ölçekteki otorite yani Sağlık Bakanlığı (SB) da etkin ve yetkin düzeyde bir temsiliyet göstermedi. Böylece Mayıs ayındaki ilk toplantıda 60-70 kişilik bir katılım varken sonuç toplantısı 20-30 kişi ile yapıldı. İşin daha da acı tarafı da ilk iki toplantıda nerdeyse ortak bir görüşle belirlenen “sağlığın korunması” ilkesi doğrultusunda bir meslek hastalıkları kayıt ve bildirim sistemi oluşturulması temel amaçları da bu toplantıda dumura uğratıldı. Meslek hastalıkları kayıt ve bildirim sisteminin artık “çalışanların sağlığını koruma”ya yönelik evrensel anlayışı ile yapılması gerekliliği ciddi bir şekilde göz ardı edildi. Bunun yerine bu son toplantıda tekrar başa dönülüp “sigorta sistemini koruma anlayışı”nın daha da yerleşmesi zeminine güçlülük kazandırıldı. Bunun da en önemli kanıtı Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları (İKMH) elemanlarının en yüksek ve sunum yapacak derecede etkin katılımının sağlanmasıydı. Bunların yanına belki de çeşni şeklinde bu konunun yanlışlığını yıllardır ifade eden birkaç akademisyenin göstermelik katılımın sağlanmasıydı. Ki bunların da bir kısmının sesi kraldan daha çok kralcı olan SGK İKMH elemanlarının bir kısmının neye hizmet ettiğinin bile farkına varmadan şuursuzca bu akademisyenlere yaptıkları sözel saldırılar; seslerinin bastırılması hatta konuşturulmasına bile izin verilmeden salondan ayrılmak zorunda bıraktırılmasıydı.
Bu tablo karşısında sıklıkla ifade ettiğim sorular yine kafamda peş peşe sıralandı:
- ILO gerçekten de dünyada ve ülkemizde meslek hastalıkları kayıt ve bildirim sisteminin evrensel anlamda geçerli bir noktaya dönüşmesini istiyor mu?
- Çalışma ortamlarındaki risk ve tehlikelerin görünür kılınmasını; çalışanların erkenden etkilenme belirti ve bulgularının hatta hastalıklarının hepsinin kayıt altına alınmasını gerçekten istiyor mu?
- Meslek hastalıkları da birer hastalık hatta “günlük yaşamda karşılaşılan hemen her 5-10 hastalıktan birinin içinde gizli” olduğuna göre; hastalıkların evrensel anlamdaki izleminin bir numaralı dünya sorumlusu WHO nerde? Bunun ülkeler ölçeğindeki uzantısı SB nerde?
- Meslek hastalıklarının erkenden saptanamamasının en önemli göstergesi olan “hasar-maluliyet-tazminat” girdabının devlet gibi görünmesine rağmen primini aldığı işverenlerin temsilcisi konumundaki SGK İKMH sigortacılık koluna teslime devam edecekse tüm bu göstermelik çabalara ne gerek var?
- Kapitalizmin oluşturduğu gizli, açık girdaplarla canını aldığı, hastalandırarak süründürdüğü çalışanların temsilcileri, sendikalar nerde?
- Genel anlamda yüzde 1’in uluslararası ve ulusal temsilcileri bile kapitalizm canavarının tüm yaşanmakta olan sosyal sorunların ana nedeni olduğunu ifade etmeye başlarken biz yüzde 99 ne yapacağız?
- Nasıl birlik olup çalışanı her geçen gün daha da bitiren bu sömürü düzenlerini değiştireceğiz?
Doğrusu bu son toplantıdan ayrılırken kafamda bunlar gibi onlarca soru peş peşe sıralandı.
Bir şeyler yapmalı, ama ne?
Bizi giderek sistematik bir şekilde ezen küresel aktörlere karşı bu aktörlerin oluşturduğu dağlara kar yağalı yıllar oluyor. Oluşturdukları etnik ve dinsel dogmatik bataklıklar ise işin cabası; yine bizi bize kırdırtırıyorlar, öldürtürüyorlar, katlettiriyorlar...
Bir çıkış yolu olmalı; dogmatik eylem ve söylemlerin dışında ciddi bir paradigma değişikliği gerekiyor ancak ne? Yüksek sesle bu ve benzeri soruları dillendirip, farklılıklarımızı zenginlik olarak gördüğümüzde sanırım çözüm de belirecektir. Her şeye rağmen umutsuz değilim. Emeğe saygı, eşit, özgür bir ortamda insanı ve doğayı merkeze alıp birlik olmamızın zamanı çoktan geldi. Barış içinde aydınlık günlerin uzak olmaması dileklerimle… (İA/HK)