“Meslek hastalıkları bildirimi ve meslek hastalıkları kabulü prosedürü, tuzaklarla ve aşağılamalarla dolu zahmetli bir yoldur ve genelde, en iyi olasılıkla gülünç miktarda bir tazminatla, en kötü olasılıkla da reddedilmeyle sonuçlanır. …(meslek hastalıkları bildirimi) tazminat sisteminden bağımsız bir biçimde, çalışma hayatına bağlı zararlıların görünür hale gelmesine olanak sağlamalıdır.”*
Bu satırlar 2012'de Türkçede “Çalışmak Sağlığa Zararlıdır” adıyla yayımlanan Fransız Sosyolog ve Halk Sağlığı Uzmanı Annie Thebaud-Mony'in kitabından.
Mony uzun yıllar Fransız Ulusal Sağlık ve Tıp Araştırmaları Enstitüsünde çalışmış; iş sağlığı ve güvenliği biriminin başında konuyla ilgili birçok araştırmalar yapmış, makaleler, kitaplar yazmış bir bilim insanı.
Çalışma yaşamına yaptığı katkıları nedeniyle 2012’de Fransa’nın en büyük onur nişanına layık görüldü ancak işçi sağlığı alanındaki yanlış uygulamaların ısrarla devam etmesi nedeniyle bu nişanı reddetti.
Mony, devletteki görevinden ayrılmış olsa da yakalandığı “meslek hastalıkları virüsü” nedeniyle olsa gerek ki halen aktif olarak işçi sağlığı ve güvenliği konusundaki çalışmalarını artan dozda, ülkesinde ve uluslararası alanda devam ettiriyor. Bu amaçla son yıllarda değişik zamanlarda ülkemizde de konferans, panel, form şeklinde konuyla ilgili eğitim faaliyetlerine katkı sağladı.
Mony kitabında bir sosyolog bakışıyla çalışma yaşamındaki sosyal koşulları olgular üzerinden irdeleyerek; kimi zaman bunların insan sağlığı üzerindeki etkisini hekim algısına dönüştürüp bir ceza hukukçusu mantığıyla da analiz etti.
Kitapta sadece Fransa’dan olgular yok, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika hatta Kanada’dan bile çalışma yaşamındaki koşullar nedeniyle hastalanıp bu hastalık ve sakatlıklarının hatta bir kısmının ölümünün işle ilgisini ispatlama mücadelesinin dramı var.
Kitap yer yer sanki ülkemizde günlük yaşamda aynı mücadeleyi misliyle veren, bu uğurda hayatını bile kaybedip bir hak elde edemeyen, hepimizin defalarca tanık olduğu onlarca canın dramını anlatıyor…
Peki, Mony neden böyle bir kitap yazdı? Dahası, neden hala Fransa başta olmak üzere, Türkiye dahil dünyada meslek hastalıkları tanı sistemini değiştirme çabası içinde? Bu enerjiyi, çelikten de sağlam yılmayan dirayeti ve kararlılığı nereden alıyor? Ki bu sorular arttırılabilir…
Tüm bu soruların varsa kişisel yanıtlarını/nedenlerini tabii ki bilmem olası değil. Ancak neredeyse çeyrek yüzyıla yakın bir süredir aynı virüsü taşıyan bu alanın bireyi olarak olası tahminlerimi bu yazıda sıralamaya çalışacağım.
Meslek hastalıklarının dünyadaki tarihsel süreci aslında Mony’nin kitabına yansıyan dramların perde arkasındaki soruların yanıtlarının ipuçlarını da veriyor. Bu alanın günümüzdeki durumu maalesef hala birçok ülkede dramatik bir boyuttadır.
Bu boyutun bu halde şekillenmesi aslında sanayi devrimi ve bununla paralel devasa gelişme gösteren vahşi kapitalizmin doğuşu ile başladı. İşçinin yaptığı işe bağlı olarak çalışmasını engelleyecek derecede oluşan ciddi hasarların (maluliyet) toplumdaki sosyal infialleri önlemek için kişinin günlük yaşamındaki sosyal sürdürülebilirliğinin (tazminat) sağlanması işlemleri 1800’lerin sonunda Fransa’da başladı.
Peşinden diğer bazı batı ülkelerinde özellikle madenler başta olmak üzere riskli işlerde çalışanlarda bu uygulama yaygınlaştırıldı. O dönem Fransa’sı çalışma yaşamındaki o günün koşullarında pozitif görülen bazı sosyal haklar yönünden neredeyse bir rol model konumundaydı.
Bu nedenle olsa gerek Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) kurulmasıyla Fransa örneği temel alınarak tüm ülkeleri kapsayacak şekilde çalışma yaşamındaki sağlıkla ilgili uygulamalar şekillendirildi.
Ancak bu yeni modelin belki de o günlerde tam anlaşılmayan iki ana bileşeni ve perde arkasında da bir temel amacı vardı.
Bu bileşenlerden biri işle ilgili hastalıkları bir “liste sistemi” ile sarmalamaktı. Bu tip bir liste sistemi ile “tek iş/tek etken/ tek hastalık” modelleri yaratıldı.
İkinci bileşen de bu hastalıklar kişide bir “araz-maluliyet” bırakırsa ancak “belli prosedürler”le tanınabilirdi. Bu temel ögeler özellikle 1940’lardan itibaren bu alana özgü “sigortacılık sistemi”nin de kurumsallaşmasıyla çalışanlar için farklı bir boyut aldı.
Oluşturulan bu yeni sistem de çalışanlar için bir artı değermiş gibi bir algı yaratıldı. Bu yeni sistem “iş kazaları ve meslek hastalıkları sigortası” kurumuydu. Bu sigortacılık kolunun çalışan lehine bir artı değer olduğu algısının temel nedenlerinin başında öncelikle primin kaynağında yatıyordu.
Diğer sigortacılık kollarının primleri (analık, hastalık, ölüm vs) çalışanın brüt maaşından kesilirken bu sigortacılık kolunun primi işin risk durumuna göre işverenden alınmaktaydı. Yani görece bu durum çalışan lehine, işveren aleyhineymiş gibi gözükmekteydi.
Ancak işin püf noktası ya da dananın kuyruğunun koptuğu nokta da tam buydu. Devlet denilen aygıt bu yapıyla aslında bir ölçüde kendi sosyal sorumluluğunu işveren güdümüne yani vahşi kapitalizmin kar maksimizasyon mekanizmasına devretmekteydi.
İşe bağlı ortaya çıkacak hastalık/araz durumlarında kişideki maluliyet oranına göre tüm masrafları karşılayan sigorta kurumu bunu daha sonra işverenden tahsil edebilmek için bir rüc’u (geri tahsil) yapısı da oluşturdu.
Ancak bunun da ortaya konulabilmesi için öncelikle saptanan hastalık ile yapılan iş arasında neredeyse bilimsel mantığa aykırı derecede birebir “illiyet-nedensellik” bağının gösterilmesi koşulunu koydu ki bunun sonucunda kurduğu kurullar, kurumlar, mahkemeler olayın “mesleki/işle ilgili olduğu kararı”nı verilebilsin.
Bu durum ve süreç öyle zorludur ki aslında perde arkasındaki gerçek nedeninin işverenler arasındaki “rekabeti önleyici” bir temel amacı olduğu ancak 1990’lardan sonra fark edilmeye başlandı. Yani o güne kadar olan, hatta maalesef günümüzde de geçerli mantığa göre işe bağlı hastalıklar/meslek hastalıkları değişmez-mutlak birer şablondur.
Bu şablonun dışına çıkılamayacağı gibi kişinin kendisinde bu şablona uyacak şekilde işle ilgili bir hastalık şüphesinde izleyeceği yol, yordam da değişmezdir.
Ve bu şablon hala günümüzde de konunun küresel müsebbibi tarafından noktası, virgülüyle oynayıp sanki bir yenilikmiş gibi çalışan örgütlerimize, sendikalara, sosyal paydaşlara yutturuluyor.
Yani kendisinde meslek hastalığı/işle ilgili hastalık bulunduğundan kuşkulanan bir çalışan, her bir basamağı aylar alacak ülkelerin bürokrasisinin “performans”ına göre ortalama bir iki yıl sürecek (ki ben 20-30 yıllık dosyalar da gördüm) bir maratondan sonra üç beş kuruşluk bir sadakaya mazhar olmak için hastalığının, arazlarının hatta ölümünün çalıştığı işle ilgili olduğunu ispatlayabilecektir.
Yani kişi yıllarca sürecek bıktırıcı bir süreçle çalışma koşullarının kendisini hasta ettiğini ispatla yükümlüdür. Bunların sonucunda kişide oluşan “kalıcı hasar-maluliyet” durumunun işle ilgisi de ispatlanabilirse kişi üçbeş kuruşluk bir tazminat ve yaşamını kıt kanaat sürdürebilmesine yetecek şekilde sadaka mahiyetindeki bir maluliyet maaşı ile taçlandırılabilir.
İşte, Fransa başta olmak üzere Türkiye de dahil dünyadaki bir çok ülkede maalesef yürürlükte olan bu sistemde amaç “meslek/işle ilgili etkilenmelerin/hastalıkların erken dönemde yakalanıp kişide daha fazla etkilenme olmasını önlemek; ya da çalışma ortamlarındaki hastalık yapıcı etkenleri belirlemek, görünür kılmak” değildir.
Amaç “çalışma barışını bozmayacak” şekilde çalışma alanlarının hastalık yapıcı potansiyellerinin üstünün örtülmesidir. Bu durumun sürdürülebilmesi de “bu konudaki ana uluslararası yetkili adresin ILO, yerel adresin de çalışma bakanlıkları olması koşulu”na bağlıdır.
Küresel ve yerel kurumların oluşturduğu sistem çalışma alanlarını “birincil korunma” diye ifade ederek konuyla ilgili duyarlı olabilecek tüm bileşenleri de kullandı.
Risk analizleri adı altında iş güvenliği uzmanları yetmezmiş gibi “bir havuz olarak düşünülebilecek çalışma alanlarındaki sızıntıların-kaçakların (işle ilgili hastalık) da görünürlüğünü önlemek için” hekimler de işveren tarafından karşılanan birer havuçla içeri (işyerlerine) tıktırıldılar; hem de Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) kurulduğu günlerde. Adına önce “endüstri hekimi”, sonra “işyeri” hekimi denildi.
İçeri tıktırılan bu hekimlerin temel görevi “koruyucu hekimlik”di. Koruyucu hekimliğin de en önemli göstergesi “hekimin hekimlik fonksiyonunu çalışma alanında icrasının engellenmesiydi”; çalışanlardan hasta olanlar muayene edilemez, reçete yazılamaz, istirahat raporu verilemezdi; hele hele kişilerin çalışma alanlarındaki hastalıklarının o alanda işiyle ilgili olduğuna dair bir karar zinhar verilemezdi.
Böyle bir kararı ancak ve ancak bu konulardaki “uzmanlar, kurullar, kurumlar” verebilirdi. Oralara da elini kolunu sallayarak kimse gidemez; “ILO direktifleri doğrultusunda yapılandırılmış sigorta kurumunun kuralları çerçevesince” ancak gidilebilir; sonu belirsiz bir maratona start verilmeye çalışılır.
İtiraf etmek gerekir ki bu sistem çok da başarılı oldu, hala da oluyor; dünyadaki üç beş ülke hariç, Türkiye dahil bir çok ülkede bu sistem hala tıkır tıkır işliyor.
Bir dönem ben de bu sistemin çarklarından biri olarak bu sistemi yürüttüm. Bu sistem o nedenle ben de dahil olmak üzere “sisteme tıktırılanlar'' tarafından en ufak ödün verilmeden “mevzuata uygun” şekilde hala yürütülüyor.
Belki başarılı da oldu özellikle iş kazaları bu sistemle bir ölçüde birçok ülkede azaltılmış gibi gösterildi. Hatta kaçakların görünür olması (işe bağlı hastalıklar-meslek hastalıkları) da azaltıldı. Fakat artık mızrak çuvala sığmıyor, sistemin foyaları o kadar aşikar hale geldi ki epidemiyoloji bilimi “kaçakların” bu kadar da azaltılmasının mümkün olamayacağını söylüyor. Bir yerde bir sakatlık vardı…
İşte Mony, konunun içinde olan biri olarak bir tıp doktoru olmasa da bu yanlışlığı gördü; bu dramı yaşadı; bu dramı canlarıyla ödeyenlerin dramına canlı tanıklık etti ve yakalandığı “meslek hastalıkları virüsü” peşini bırakmadı ve bu kitabı yazdı.
Öyle bir yazdı ki “insanlık onuruna sığmayacak üç beş kuruşluk tazminatınızı alın da başınıza çalın, yeter ki bırakın da çalışma ortamlarındaki sağlığa zararlı etmenler görünür kılınsın” diye haykırdı.
Mony bunları bir sosyolog olarak yazdı. Çalışma yaşamındaki zararlıların görünür kılınması için ciddi bir çaba içine girmeyen sendikaları, hekimleri, neye-kime hizmet ettiği meçhul bu alanda at koşturan bilim insanların, hukukçuların, konuya duyarsız sosyal bilimcilerin yüzüne adeta haykırarak yazdı bunları.
Kitabı ilk okuduğumda arka sayfasına “yıllardır bunları haykırıyorum ancak hiç bu kadar güzel ifade etmemiştim” diye not düşmüşüm…
Evet, çalışma yaşamındaki 1 milyon toksik maddeden ancak 10 bininin kısa ve orta vadedeki etkileri test edilebilmiştir. Bunun dışında ergonomik sorunlar başta olmak üzere çalışma alanlarında yüzlerce fiziko-kimyo-biyo-psiko-sosyal hastalık yapıcı etmenler var.
Bu etmenlerin her bin çalışandan 4-12’sinde hastalık yapıcı olabileceğini epidemiyolojik veriler söylüyor. Hastalıkların bildirim ve kayıt sistemini (surveyans) oluşturması gereken küresel merkez Dünya Sağlık Örgütü; yerelde ise ülkelerin sağlık bakanlıklarının oluşturacağı sistemlerle sağlık sunucularıdır.
İşe bağlı hastalıkları – meslek hastalıklarının son tanısını koyma yetkisi sigorta kurumlarında olamaz. Hasta ile karşılaşan her sağlık sunum basamağında çalışan, her uzmanlık alanındaki, her hekimin saptadığı hastalıkların kişinin çalışma ortamları ile ilişkisini ortaya koyması görevidir.
Böyle bir yetki elinden alınamaz. Ancak bu yetkinin kullanılabilmesi için ülkedeki “sorumlu/yetkili sağlık otoritesinin” bunu ortaya koyucu bir sistem oluşturması gerekiyor.
İşte meslek hastalıklarında/işe bağlı hastalıklardaki düğüm ancak kurulacak yeni bir sistemle aşılabilir. Başlattığımız kampanyanın temel amacı budur. Yetkili sağlık otoritesine yasal yetki ve sorumluluğunu yerine getirecek sistemi kurdurtmaktır.
Neden böyle bir kampanya? Sanırım bu sorunun yanıtı ile yukarıda Mony’e sorduğum “neden böyle bir kitap?” ve verdiğim yanıtta (meslek hastalıkları virüsü) gizlidir.
Kampanya benim tekelimde değildir. Çalışma yaşamında bulunan herkesin mevcut patolojilerinin ortamdaki etkenlerle ilintisinin ortaya konulması sisteminin oluşturulmasıdır. Sonradan ortaya çıkacak yasal ve sosyal sorunlar için tıbbın hukuka spontane delil oluşturması sisteminin kurumsallaştırılmasıdır. Desteğiniz değerli ve önemlidir. Hadi bir imza da sen at, yay, imzalat lütfen! (İA/HK)
Kampanyaya katılmak için tıklayın.
* Annie Thebaud-Mony Çalışmak Sağlığa Zararlıdır, çeviren Ayşe Güren, Ayrıntı Yayınları, 2012.