"Türkiye'den Almanya'ya göç" dendiği zaman aklıma 1995 yılında Almanya'da kurulan hip-hop grubu Cartel'in "Yetmedi mi?" şarkısının sözleri geliyor.
Cartel grubu üyeleri, Türkiyeli göçmenlerin "Türkiye'de Almancı, Almanya'da yabancı" diye tanımlanmasına "isyan" ediyordu. Bu isyan, sadece Almanya'da değil, "artık" yabancı oldukları Türkiye'de de ayrımcılığa uğruyor olmaktan ve bu "arada" kalmışlığın (Kör şeytan diyor ki çek kafamı geri git memleketine, yepyeni bir tohum ekmeye, yeniden yeni problemleri çekmeye neye?), bir yere ait olamamanın öfkesinden besleniyordu.
Cartel üyeleri "bunların hepisi", "buy mu?", "kasapçı" gibi bozulmuş Türkçe kelimeler kullanarak hem kendileriyle hem de Almanların Türkleri aşağılamak için kullandığı Kanake kelimesiyle -ve Kanake olma "hali" ile- dalga geçiyordu.
Şarkının dili ırkçıydı ama aynı zamanda ırkçılığa karşı çıkıyordu. Örneğin Almanlara "gâvur" diyorlar, şarkının sonunda ise "Türk ve Kürt kardeştir, bunları ayıranlar kalleştir, gelenleri böyle yetiştir" diyerek, Türkiye'de o zaman Kürt'e Kürt demenin yasak olduğunu düşünürsek, Türkiye şartlarına göre, cesaret gerektiren bir tepki ortaya koyuyordu.
Bu uzun girizgâhla anlatmak istediğim Almanya'da Türkiyeli göçmenlerin o zamanki halet-i ruhiyesidir.
"O zamanlar" demem bilinçli. Daha sonra konuya dönmek üzere şimdilik, bugün artık "göçmen" tanımının bile Almanya'da doğmuş ve ülke vatandaşlığına geçmiş yeni nesiller için kullanmak tartışmalı diyelim.
Hikâyenin başladığı yere dönmek gerekirse, bu yıl Türkiye'den Almanya'ya ilk göçün üzerinden tam 50 yıl geçti. Türkiye ile Almanya arasında 31 Ekim 1961'de imzalanan Türk İşgücü Anlaşması ile ilk olarak Almanya'ya iki bin 500 Türkiyeli göç etti.
İkinci Dünya Savaşı'ndan henüz çıkmış olan Almanya'ya 1950'lerin ortasından itibaren önce İtalya ve İspanya'dan işçi göçleri başlamıştı. Batı Almanya 1961'de Berlin Duvarı'nın örülmeye başlanması ve Doğu Almanya'dan kaçak girişlerin engellenmesi üzerine de iş gücü açığını kapatmak için Yunanistan, Türkiye, Portekiz, Tunus ve Fas ile işçi anlaşmaları yaptı.
Türkiye'de Karaköy Limanı'nda açılan, bir tür iş ve işçi bulma kurumu gibi çalışan, göçmen bürolarında başvurular alınıyor; başvurucular, iç çamaşırları da dâhil, soyularak muayene ediliyor, diş kontrolünden geçiyordu. Sağlıklı ve çalışabilir olanların başvuruları niteliklerine göre Almanya'daki işverenler gönderiliyor, kabul edilenlerle en az bir yıllık sözleşme imzalanıyordu.
İlk göçmenler, kafileler halinde Sirkeci Garı'ndan yola çıktı. Trene biner binmez, henüz Türkiye sınırını dahi geçmeden, artık Almanya'daydılar: trende yemekler Alman görevliler tarafından dağıtılıyordu.
Göçmenlerin bundan sonraki birkaç yılı, bir ev tutacak kadar para biriktirene veya evlenip "yuva" kurana kadar fabrikaların "baraka" denilen lojmanlarında geçti; erkekler ve kadınlar ayrı "koğuşlarda" kalıyordu ve yaptıkları tek şey aslında, vardiya sistemine göre çalışmaktı.
1961-1973 yılları arasında Türkiyeli göçmen işçi sayısı 655 bini, ailelerinin de gelmesiyle 1973 sonunda 775 bin kişiyi bulmuştu.
Almanya'nın, 1973'te dünyadaki petrol krizi nedeniyle Avrupa Topluluğu'na üye olmayan ülkelerden işçi alımını durdurmasıyla göç süreci de dondu. 1975'te Almanya'daki toplam işçi sayısı bir milyon 77 bin olmuştu. Bugün ise Almanya'daki Türkiyelilerin sayısı iki milyon 700 bini geçiyor.*
Babam da 1969'da Almanya'ya göçmen olarak giden işçilerdendi. Annem ise Almanya'ya babamla evlenip, 1970'te gitti. Babam, Daimler - Benz'te (şimdi Mercedes - Benz) çalışıyordu, annem Almanya'da hiç çalışmadı. Biz dört kardeş, yaşadığımız Stuttgart'ta doğduk.
Babamın kuzeni ve ailesi, amcam ve ailesi ile birkaç "Türk" aile ile küçük bir köyde yaşıyorduk. Birinci nesil göçmenlerin ruh halini tek bir kelime ile anlatın, gibi bir sınav sorusu olsa buna cevabım "Gurbet" olur.
O zamanlar ne anlama geldiğini çıkaramıyordum ama bir "gurbet"tir gidiyordu. Bir şey ters mi gitti, suç "gurbet"tedir. Birinin canı, diyelim ki yeşil erik mi çekti, o sırada kurulan cümlenin içinde mutlaka "gurbet" geçerdi.
"Gurbet" sözlük anlamıyla, doğup yaşanılan yerden uzak olmak anlamına geliyor ve tam olarak göçmenleri tarif ediyordu. Bu kelime aynı zamanda göçmenlerin bir gün mutlaka "vatan"a geri dönme umudunu da ima ediyordu.
Örneğin babam, evde kırılan bozulan hiçbir şeyi, uzun yıllar eskimeden kalacak şekilde tamir etmezdi; onun tabiri ile "emaneten" tamir etmek yeterliydi. "Emaneten" her halde, "buradan gidene" kadar olmalıydı.
Birikimler "dönmek" üzere, yatırımlar da Almanya'ya değil, Türkiye'ye yapılıyordu. Birinci nesil ve kısmen ikinci nesil ile sonraki neslin Türkiye'den mi Almanya'dan mı ev aldığı araştırılmış olsaydı, bu 50 yıl içinde göçmenlerin değişimi de kendiliğinden ortaya çıkardı.
"Gurbet" kelimesi ailelerimizi tanımlamakta kullanılabilir ama bizi, yani Almanya'da doğanları kesinlikle tanımlamıyordu: doğduğumuz ve yaşadığımız yer Almanya idi, dolayısıyla "gurbet"imiz yoktu.
Bu kelime üzerinden değil ama 1980'lerin ortasından itibaren, artık geri dönüşün öyle pek de mümkün olmadığı idrak edilmeye başladı. Çocuklar doğmuş, evlenmiş; torunlar doğmuş, okula başlamış kısaca Almanya'da artık bir hayat kurulmuştu. Geri dönecek bir yer ama belki de bir neden yoktu.
Almanya 1983'te, 1985'e kadar yürürlükte kalan Geri Dönüşü Teşvik Yasası'nı çıkardı. Ülkelerine dönmek isteyen yabancılara, belirli koşulları yerine getirmesi halinde 10 bin 500 Mark, çocuk başına da bin 500 mark ödeme yaptı.
Bu dönemde 374 bin Türkiyeli göçmen Türkiye'ye geri döndü. Dönüşler bu kadar çok olunca şimdi sınavla öğrenci alan Bahçelievler Anadolu Lisesi, 1985'de Almanya'dan dönen göçmen çocuklar için açıldı; dersler Almanca yapılıyordu.
Gerçi yakın çevremden bildiğim herkes, Türkiye'de Almancı oldukları, uyum sağlayamadıkları, yeni bir iş kuramadıkları, Türkiye Almanya gibi "rahat" olmadığı için tekrar Almanya'ya döndü. Ve bu tarihten sonra da Almanya'da kalanlar daimi olarak kaldı.
Peki, ne oldu da "memleket" hasreti ile yaşayan ama dönüş umutları da imkânları da olmayan "gurbetçiler"in torunları yıl 2000'in ortalarına geldiğinde, Türkiye'ye dönmeye başladı?
Resmi rakamlara göre Almanya'dan Türkiye'ye dönen Türkiyelilerin sayısı 2008' de 100 bin, 2009'da ise 105 bin oldu. Türk Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı (TAVAK) Başkanı Prof. Dr. Faruk Şen, bu sayının 2010 yılı için 120 bine ulaştığını söyledi.
Takip edenler hatırlayacaktır Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, onun ekonomi, kurmayları ve Türkiye medyası bu geri dönüşleri "Gurbetçiler bile Türkiye'ye dönüyor" cümlesiyle özetleyebileceğimiz bir sevinçle karşıladı.
Buradaki "bile", "Türkiye ekonomik olarak çok büyüdü, yedi düvele meydan okuyoruz" "gururunu" ima ediyordu. Burada hemen Almanya ekonomisinin, küresel ekonomik krizden etkilenmiş olmasına rağmen, dünyanın üç büyük ekonomisinden biri olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Öyleyse dönüşlerin nedenini başka bir yerde aramalıyız. Almanya'daki üçüncü ve dördüncü nesil, kendilerini birinci neslin çocukları gibi "arada" kalmış hissetmiyor.
Cartel'in şarkısında ifadesini bulan bir ruh halinde yaşamıyorlar. Benim küçüklüğümde Türkçe konuşan çocuklar Almanca ile anaokulunda tanışıyor bu da eğitim başarılarını etkiliyordu.
Sonraki nesiller evde anne babaları da Almanca konuştuğu için, dille hâkimler. Sadece Almanca değil, İngilizceyi de iyi seviyede biliyorlar. Bu iki dil de dünyanın her yerinde çalışabilmelerine olanak sağlıyor. Kendilerini bir milleten saymıyorlar; çok kültürlü ve enternasyonaller.
Almanya'dan Türkiye'ye gelişlerin nedenleri konusunda en çok üzerinde durulması gereken de zaten sermayenin küreselleşmiş olması. Kalifiye, beyaz yakalı (çoğu üniversite mezunu: mimar, mühendis veya teknik, teknolojik alanlarda uzman) işçiler emeklerini nerede - Türkiye ya da başka bir ülkede - daha çok paraya "satabiliyor" ise orada yaşıyorlar.
Beyaz yakalılar, kazandıklarını iyi "tüketmek", iyi yaşamak istiyor. Türkiye'deki işverenler emeklerine yüksek ücret ödediği için onlar Türkiye'ye geliyor.
Alman Başbakanı Angela Merkel'in, "Yabancılar ülkemize geldiğinde önce, 'giderler' diyerek kendimizi kandırdık. Sonra multikulti (çok kültürlü) bir toplum yaratmaya çalıştık ama onda da kesinlikle başarısız olduk" dediği günlerde Almanya medyasında da geri dönüşlerle ilgili tepkiler yükselmeye başlamıştı.
Tepkiler, "Türkleri biz yetiştiriyoruz, onlara para harcıyoruz ama tam ekonomiye katkı sağlayacakları zaman Türkiye'ye gidiyorlar" diye özetlenebilir.
Almanya'daki Türkiyeliler, "vatan"a dönerken bu ay (Eylül 2011) yeni bir haber geldi. Türkiye medyasında bu kez "Almanlar bize muhtaç" (neden muhtaç olsunlar!) imasıyla yer bulan haberlere göre Almanya İŞKUR'u ülkede istihdamın artırılması, işsizlikle mücadele ve ekonominin canlanmasına yönelik çalışmalar kapsamında Türkiye'den işçi almak için görüşmelere başladı.
Haberlere göre Almanya teknik dallarda, özel sektörde, hizmet sektörde eleman sıkıntısını kapatmak için ara eleman (hasta ve yaşlı bakıcı, teknisyen, tıbbi sekreter...) almak istiyor.
İyi de göçün 50. yılında, üstelik hala politik ve ekonomik planlarını "Bu göçmenlerden nasıl kurtulabiliriz?" üzerine kuran Almanya neden yine göçmen işçilere ihtiyaç duyuyor?
Kesin bir hüküm vermek zor ama müsebbibin küresel krizin henüz anlamamış olduğumuz sonuçları olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Cartel'in aynı zamanda küresel sermayeyi de eleştirdiği şarkısında "Yetmedi mi?" sorusuna dönecek olursak, kapitalizme hiçbir şeyin yetmediğini söyleyebiliriz. (SP/EKN/YY)
* Türk- Alman Dayanışma ve Entegrasyon Derneği (TANDEM) Başkanı Doç. Dr. Mustafa Nail Alkan'ın, Anadolu Ajansı'na verdiği bilgilerden derlendi.