Uluslararası Hrant Dink Ödülü'nün üçüncüsünü alan Meksikalı gazeteci ve kadın hakları savunucusu Lydia Cacho ile söyleşi yapmak üzere buluştuğumuzda, vücudundaki Global Yer Belirleme cihazı (GPS) onun dünya üzerindeki kesin yerini Meksika'daki ailesine iletiyordu. Bu cihaz sayesinde ailesi Lydia Cacho'nun attığı her adımı kıtalar ötesinden izleyebiliyor.
İlk anda insana tuhaf geliyor; insan bedeninde neden böyle bir cihazla yaşasın? Kadına ve çocuğa yönelik cinsel taciz ve tecavüz suçlarını, porno ve kadın ticareti ağlarını ortaya çıkardığından beri Lydia Cacho devlet, hükümet ve onların güvenlik güçleri ile mafya tarafından ölümle tehdit ediliyor.
Cacho, 12 saatlik yol boyunca işkence gördüğü bir gözaltı sırasında sorduğu, "Beni burada öldürseler ailem cesedimi nasıl bulacak" sorusuna çözüm olarak, serbest kalınca bir ameliyatla vücuduna yerleştirilen bu cihazla yaşamaya başlamış.
Cihaz onu ne tehditlerden ne de ölümden koruyor; kendisi için sadece bir mezarı olmasını garanti altına alıyor, ailesi için ise en azından adalet arayışına kapı açıyor.
Zira söylediği gibi, "Meksika Türkiye'ye çok benziyor!" Mezarları meçhul kurbanların failleri sonsuza kadar meçhul bırakılıyor. GPS cihazı onun özgürlüğünün veya güvenliğinin değil, devlet ve mafya baskısıyla nasıl bir hayat yaşamak zorunda bırakıldığının bir alameti.
Uluslararası Hrant Dink Ödül Töreni'ndeki konuşmanızda dikkat çeken bir cümleniz vardı; "Yedi yaşında hissettiğim soğukluk" dediniz. Neydi bu his?
Annem Fransız bir feministti, babam ise muhafazakâr bir Meksikalı. Annem biz çocukken sürekli bize sokaktaki gerçek hayattan bahsederdi; sokağın köşesinde bekleyen, çocukları şekerle kandırarak kaçıran bir kadını anlatırdı. Anneme bu kadını sorduğumda bazı kadınların ve adamların çocukları sattığını ve çocukların bir daha geri gelmediğini söyledi.
Bu konuları araştırmaya başladığımda annemin konuşmasını hep hatırladım. Genç bir kızken anneme yine bu konuyu sorduğumda, buna 'beyaz kölelik' adı verildiğini söyleyerek, büyük annemin arkadaşı olan bir Fransız kadının hikâyesini, kadını Marsilya'da kaçırdıklarını, Meksika'ya getirerek fahişelik yapmak zorunda bıraktıklarını anlattı.
Uzun süre bir kadının kaçırılmasının, başka bir ülkeye götürülmesinin nasıl bir şey olabileceğini düşündüm. Annemin anlattığı olay 1930'larda yaşanmıştı.
Sonra bu konular üzerine çalışmaya başladığımda, bunun çok eski bir olgu olduğunu fark ettim ama gerekli dersler çıkarılmıyordu. Hâlâ anneler kızlarına bunu anlatıyor. Üstelik şimdi durum her zamankinden daha kötü. Bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Annenizin feminist olması kadın hakları konusunda çalışmanızda belirleyici oldu mu?
Kesinlikle. Annem ve büyükannem gibi kadın hakları konusunda yüksek sesle konuşan kadınların mensubu olduğu bir ailede yetişmek bana, çok küçükken dahi, bir feminist olmanın kesinlikle doğru olduğunu düşündürdü.
Hayata atıldığımda ise feminist olmanın veya istediğim gibi davranmanın iyi bir şey olmadığı sürekli söylendi. Başlangıçta, daha çok küçükken, buna tepkim büyük bir öfke oldu. Sonra hayatın kuralını öğrendim.
Küçük yaşlardan itibaren politikayla hep ilgiliydim ve Meksika gibi muhafazakâr ve Katolik bir ülkede feminist bir ailenin içinde olmak parya olmak anlamıma geliyordu.
Ben bu arada dindar değilim ve bu büyük fark yaratıyor. Bu yüzden, çocuklarımıza, özellikle kızlarımıza belli haklara sahip olduklarını söylemekte ısrarcı olmalıyız.
Kadına yönelik şiddet üzerine çalışıyorsunuz. Türkiye'deki namus cinayetlerinden haberdar mısınız? 'Namus cinayeti' ülkenizde ya da araştırma yaptığınız ülkelerde yaşanıyor mu?
Türkiye'nin birçok anlamda Meksika'ya ve diğer Latin Amerika ülkelerine çok benzediğini hissediyorum. Kadına karşı şiddet uygulama biçimleri birbirine çok benziyor ve her yerde gittikçe kötüleşiyor. Ama yaşanan bu olaylar, bence, kadının 'kurtuluşunun' bir sonucu.
Örneğin İspanya'da, güçlü bir kadın hareketi vardı ve kadın cinayetleri birdenbire hiç olmadığı kadar arttı. Kadınlar, kendilerine şiddet uyguladığı için şikâyet ettikleri kocaları ya da eski kocaları tarafından öldürüldü.
Türkiye'deki namus cinayetlerinin ise aile içi şiddetle başladığını ve cinayetle sonlandığını düşünebiliriz. Namus cinayetlerini, muhafazakâr erkeklerin uyguladığı bir gelenek olarak görmekle büyük bir hata yapılıyor. Türkiye'de de öncelikli konulardan biri aile içi şiddeti açıkça konuşmak ve tartışmak olmalı.
Çalışmalarınızda sizi en fazla ne kısıtlıyor? Hükümet baskısı mı, kadın olmanızdan ötürü uğradığınız ayrımcılık mı?
Yaptığım işle, hayatıma kastedecek düşmanlar edindiğim gerçeğiyle yüzleştim ve bunu kabullendim. Yaptıklarını ortaya çıkardığım Cansucar Kulim adlı bir çeteci, çocuk pornosu suçundan 112 yıl hapse mahkûm oldu.
Yargılanırken, "Ben ceza alırsam sen de öleceksin" dedi ve ceza aldı. Tehditlerden korkmak yerine, tehlikelerden korunmak için bütün teknikleri bulmaya çaba gösteriyorum. Hiçbir yerden sağıma, soluma bakmadan veya yanımdakilere nereye gittiğimi söylemeden çıkmıyorum.
Telefonda kimseye nereye gittiğimi söylemiyorum, güzergâhımı sürekli değiştiriyorum. Güvenliğimi gerçekten önemsiyorum. Bir gazeteci olan kocamla asla aynı arabaya, aynı uçağa binmiyor, birlikte seyahat etmiyorum.
Benimle yemek yemekten korktuğu için kaybettiğim çok arkadaşım oldu. Benimle görüşmek istemeyenler oldu ve ben bunu anlıyor, saygı duyuyorum. Bunlar gerçekten yorucu ama alıştım çünkü yaşamaya çalışıyorum ve yaşamak güzel. Çok güzel..ç
Meksika'da devlet ve/veya hükümetlerin basın ve ifade özgürlüğü konusundaki baskıcı tutumu gazetecilik faaliyetlerini ne kadar kısıtlıyor?
Meksika'da şu anda büyük bir kriz var. Devlet başkanı uyuşturucuya karşı beş yıllık büyük bir savaş ilan etti. Bu savaşta binlerce insan öldürüldü, bunların hepsinin uyuşturucu satıcıları tarafından öldürüldüğünden emin değiliz, bazıları asker tarafından öldürüldü. Polis veya devlet tarafından ölüm tehditleri alan çok insan var, devlet mail'lerimizi, telefon konuşmalarımızı takip ediyor.
Ama asıl önemlisi şu: Mafya ve devlet arasında pek çok ortak nokta var. Birincisi; ölüm tehditlerinin çok önemli olmadığını düşünmeni, normalleştirmeni sağlıyorlar. Eminim bunu burada Hrant'a ve başka gazetecilere de yaptılar.
Mafya ve devlet, ölüm tehdidi aldığımızı söylediğimizde bize sürekli abarttığımız, hayatlarımızın korunmaya değer olmadığı mesajını veriyorlar. Gazeteciler olarak görevimiz bütün tehditleri ciddiye almak ve hükümete inanmamak.
Ama tek başına tehdit edilen kişinin tehditleri ciddiye alması neye yarar? Hrant Dink öldürüldükten sonra pek çok kişi kendine onu neden koruyamadığını sordu; sorun topyekûn bir normalleştirmeydi, biraz da bunun sonucunda Hrant Dink yalnız kalmıştı. Sizin çevreniz nasıl davranıyor, sizi korumak için ne yapıyor?
İlk ölüm tehdidini aldığımda çalışma arkadaşlarımı topladım. Kimi aramaları, hangi avukatlara gitmeleri ve ne yapmaları gerektiğini anlattım. Onlar da durumun ne kadar ciddi olduğunu anladı. Ailemle de benzer bir şey yaşadık. Mesela tutuklandığımda herkes birbiri ile iletişim kurdu; ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı.
Herkes çok hızlı harekete geçti, valiliğe baskı yaptı. Herkes politikacıları aradı. Sonuçta politikacılar üzerlerinde baskı hissetti, öldürülmemin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini, ne boyutta tepki göreceklerini anladılar. Çevremin bu çabaları sayesinde hayattayım.
Yüksek Mahkeme'de dava açan ilk kadındınız. Dava sırasında yalnızlaştırıldınız mı? Hrant Dink 301'den yargılandığı sırada mahkemelerde yalnızdı...
Bana verilen destek müthişti. Çoğu kadın, pek çok yerden, daha önce hiç görmediğim, hiç tanımadığım binlerce kişi mahkemenin önündeydi. Saatlerce mahkeme önünde beklediler, ben çıktığımda da oradaydılar.
Medya, meslektaşlarım harika bir iş çıkardı. Duygusal olarak tabii kendini yalnız hissediyorsun, çünkü karşında mafya var. Ama bir yandan da böyle desteklenmek çok güçlü bir duyguydu.
Ödül töreni sonrası yaptığınız basın açıklamasında Meksika'da, 2011'de, 10 gazetecinin öldürüldüğünü söylediniz. Meksika'da gazeteci cinayetleri aydınlatılıyor mu? Hükümet bu davaları ne kadar ciddiye alıyor? Hrant Dink cinayeti üzerinden dört yıl geçti ve gerçek failler hâlâ yargılanmadı.
Türkiye ile Meksika, cidden söylüyorum, çok benziyor. Bizde de hiçbir dava çözülmedi. Bu sabah gazetede Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in, 'Gerçek gazeteci ile sahte gazeteciyi ayırmak gerekir' dediğini okudum. Bu bana, Meksika'da adalet bakanı müsteşarının aynı şeyi söylediğini hatırlattı.
Her gazeteci öldürüldüğünde ya da kaybedildiğinde, polis onların gazeteci oldukları için değil, başka bir nedenle öldürüldüklerini söylüyor. Böylece bunun ifade özgürlüğüne karşı bir suç olduğunu kabul etmemiş oluyorlar.
Bir gazeteci ve aktivistsiniz, mağdurlarla çalışıyorsunuz. Ama işkenceye ve tecavüze uğradınız. Kendinizi mağdur hissediyor musunuz?
Kurbanlarla çalışmaktan öğrendiğim şey varsa o da çoğumuzun aslında kurban değil, direnen insanlar olduğumuz. Ben de kendimi kurban değil, direnen biri olarak görüyorum. Bunları her anlattığımda eziyet çekmiyorum, çünkü bana acı vermiyor.
Böylece insan bir direnen haline geliyor. Kendimi kurban gibi hissetmeye devam etsem bu çok yorucu olurdu ve adalet arayamazdım. Bir kurban olduğum gerçeği ile yüzleştim.
Yüzleşme 'artık yeter' demenin en iyi yolu. Burada artık asıl ve gerçek kurban olanlar hükümete dâhil olup bana tecavüz edenler, işkence edenler, bütün bunları yapanlar. Onlardan nefret etmiyorum, intikam peşinde değilim ama yaptıklarının bir bedeli olduğunu ve bunları başka bir genç gazeteciye daha yapamayacaklarını bilmelerini istiyorum.
Bizim gibiler için en doğru davranış mutlu olmak, çünkü mutlu olmamızdan nefret ediyorlar. Bir duruşmada karşımdaki mafya üyesi, çılgına döndü -yüzündeki ifadeyi görmeliydin- ve benim bir cadı olduğumu söyleyip durdu. Neden ağlayıp durmadığımı, neden güldüğümü bir türlü anlayamıyorlardı. (SP/YY)
* Bu yazı AGOS'un 23 Eylül tarihli 806. sayısından alındı.