Bu benim ikinci Ahmet Kaya yazım. İlki, doğum günü içindi ve şöyle demiştim sonunda:
"Metris" nereye düşer bilmiyorken, Metris için söylediği şarkıları dinlediğimiz Ahmet Kaya yaşasa birkaç gün evvel babamla hâlâ aynı yaşta olacaktı. Ben okuldan döndüğüm bir öğle arası, marketin televizyonundan ölüm haberini almamış olacaktım. Şivan Perwer onun mezarının başında o şarkıyı söylememiş olacaktı.
''O 'Şarkılarım Dağlara' derken bizi de dağlara şarkı söylemeye çağıran sesi halen şarkı söylüyor olacaktı. Ben belki onun bir konserine girmek için sıra bekleyecektim yaşasa babamla halen aynı yaşta olacak Ahmet Kaya.
''Belki bir konserinde slogan atacaktım, belki bir rakı masasında ona ortaokulda onun şarkıları yüzünden başımın belaya girdiğini anlatacaktım. Öfkemizin güzel sebebi olan Ahmet Kaya şimdi 53 yaşında. Biz "zulum"un değil, mazlumun da 53 yıl yaşayabildiğini biliyoruz. Mazlumun öfkesinin de. O daha çok 53 görecek. Bizim öfkemiz de. Ahmet kaya şimdi 53 yaşında.
Biz, onun bizi düşürdüğü bir aşkın narında yanıyoruz halen.
Ne yazarsam yazayım, çok zorlanarak yazdığım bu ilk yazının haleti ruhiyesinden kurtulamayacağımı biliyorum. Çünkü yaşadığım, hakiki bir zorluktu. Yıllarca beklemiş, bekledikçe büyümüş, büyüdükçe zorlaşmış bir yazı şimdi de gölgesiyle var başka bir yazının içinde. Mümkün; Ahmet Kaya'dan söz açmak "kolay" olmamalıydı zaten.
Bazı insanlar, hayatlarına değdikleri insanlara bir "hikâye" hediye ederler. Bu "hikâye", "hepsi hikâye"deki gibi değil, kelimeyi tekrar kullanmakta beis yok, "hakiki hikâye"deki hikâyedir. O gider, yıllar yıllar sonra bile anlatılır, konuşulur, ağlanır.
Ahmet Kaya, işte böyle bir insandır, bu hiç sır değil. Hepimize hikâyeler hediye eder Ahmet Kaya, etmeye de devam eder. Şu anda, ben şunu yazdığım şu anda bile kim bilir kaç kişi onu dinliyor, kaç kişi ondan söz ediyor, kaç kişi ona ağlıyordur.
Hayatını, "şık olsun diye değil", hakiki bir hikâye gibi yaşayan o güzel adamdan bu mavi gezegende daha çok söz edilecek. Ona çok ağlanacak, onunla çok ağlanacak.
Şimdilerde bir nostalji nesnesine dönüşmüş teypler, benim yaşımda olan herkes gibi, benim hayatımda da çok mühim bir yerdeydi hep. İlk teybimi çok anlattım, kara bir teypti, Anadolu Lisesi'ni kazanmamın karşılığı olarak alınmıştı.
Mutfakta duran o teypten evvela bir Ahmet Kaya şarkısı dinlemiştim ve muhtemelen en çok da Ahmet Kaya'yı çaldı o teyp.
Yeni kaset çıktığı gibi Halil'in dükkânına koştur, al, eve git ve dinle. Üşenme ama, sıkılmadan dinle. "Yeter artık"lara yüz vermeden dinle. Daha da üşenme, 45'lik, 60'lık ve nihayet 90'lık boş Raks kasetlerinin iki yüzüne birden aynı şarkıyı kaydet. Dinle.
Sonra radyolar hayatına girmeye başlasın, mesela "47 FM" diye bir radyo, mesela "Emek Radyo" diye bir radyo; onlardan birinde, Ahmet Kaya'nın o zamanlar yaptığı televizyon programından "canlı" kaydedilmiş bazı şarkılar çalsın, sen bu teknolojiye hayret et, "Televizyondan çekmişler şarkıyı, vay canına" diye ünle ve onu da telaşla kaydet.
Sonra yeni bir "teknik" öğren kim bilir nerden, kasetlerin üst kısmında kırılmış kulaklara pamuk-kâğıt tıka, en son para bandıyla bantla ve gözden çıkardığın kasetlerin de iki yüzüne bütün radyo programlarını kaydet. Ve dinle. Hiç sıkılma. En çok Ahmet Kaya'yı dinle.
Liseye geç artık, büyümeye başla, bir şeyler oku, daha başka şeyler dinle, onları da sev ama "en çok" hep Ahmet Kaya kalsın, sonra bir "ritüel" geliştir kendince.
2000 yılının yılbaşı gecesi, "milenyum milenyum" diye başının etinin yenildiği o gün, de ki kendi kendine, "Bundan sonra her yılbaşı günü, yıl tam devrilirken, o zaman neredeysem 'Sabır Kalmadı'yı dinleyeceğim".
Artık gümüşî bir teybin var, daha büyük ve daha güzel. Dijital bir göstergesi var gövdesinde, "volume" kısmı 50'ye kadar çıkıyor ve sonuna kadar açtığında, neredeyse bütün mahalle dinlediğin şeyden nasipleniyor.
Aşağı katta teyzenler oturmasa, kaç defa kavga çıkardı bu yüzden Allah bilir. O gün, 2000 yılına girdiğin o saat, misafir olduğun akraba evinden de koştur, tam yıl devrilirken, kimseye kulak asmadan "50"ye getir kadranı ve dinle:
"Yıllardır ne bir haber/ Ne bir selamını aldım/ Bu koskocaman dünyada/ Sensiz yapayalnız kaldım.// Sabır kalmadı içimde/ Dertler yaş oldu gözümde/ Bu hasretlik denizinde/ Boğulmadan gel." Devrilsin gün, devrilsin gece, devrilsin yıl. Sen "Sabır Kalmadı" dinle. 2000 yılında. Tam o saat.
16 Kasım 2000, Perşembe günü biz elimize kına yakmayı unuttuk. Evet, biz düğünden önce kına yakıyoruz ellerimize, kadınlar avuç içine yakıyorlar, erkekler serçe parmaklarına. Giderek seyrelecek, anısı elde kalacak o kınanın.
Zılgıt da var, doğrudur, kız evinden çıkarken ağlamak da var, doğrudur. Düğünde halay da var, halaybaşı da var, zılgıt da var.
Biz "gencölüm"lerimiz için de kına yakarız, vallahi doğrudur. Biz, 16 Kasım 2000, Perşembe günü elimize kına yakmayı unuttuk. Çünkü canımız çok yanıyordu. Canımız hakikaten çok yanıyordu. Zılgıt mı? Sesimiz gitti o gün, daha nereye zılgıt çekelim?
Doğum günü yazısını yazarken de Sümeyra dinlemiştim, "Düşürdün Aşkın Narına". Bunu yazarken de hep o çaldı.
Evet biz, onun bizi düşürdüğü bir aşkın narında yanıyoruz halen.
Bir "biz" var. Bu bilgi de Ahmet Kaya'dan münezzeh değil. İyi ki değil.
Biz, onun bizi düşürdüğü aşkına narında yanıyoruz halen. Yıl be yıl. (MSA/AS)
* Ahmet Kaya fotoğrafları için tıklayın.