Aliza Marcus’un Kan ve İnanç’ını okurken, aklıma çok sık 92 Newroz’u düşmüştü. Newroz dendiğinde ekseriyetle akla 93 geliyor belki ama benim “ilk temasım” 92 yılı. O memleketteyim.
Kadir Abi, akrabamız mı hısmımız mı, yoksa sadece komşumuz mu olduğundan asla emin olamadığım enteresan bir figürdü. Kış geldiğinde yüzü asılır, elektrik direklerinin tepesinde sanki daha rahat ederdi. O zamanki adı Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) olan, pasajın üst katında milletin “biz kaçak kullanmıyoruz” diye bekleştiği “daire”de çalışıyordı Qado Kevo. Kuşbazdı ve lakabı ismi haline gelmişti. Gördüğüm ilk kuşbaz oydu, yıllar sonra yüzünün asık olma sebebinin kuşları olduğunu anladım. Çünkü kışları kuşlarını, damda kümesini özenle kurduğu yerden uçuramıyor, büyük bir hevesle göğe bakamıyordu. Bahar geldi mi, bizim bahçenin hemen bitiminde evi başlayan Kadir Abi’nin evinin göğünde bir dolu kuş olurdu. Sabahları mutsuz mutsuz okula giderken görürdüm onu, ezanla birlikte kalkar, işe gidesiye dek kuşlarıyla ilgilenir ve karısı Şemsa’yı binlerce defa tembihleyerek direklere çıkmaya giderdi. O zamanlar amcalarımdan biri “köycülük şefi”ydi, sanırım aralarında bir ast-üst ilişkisi de vardı. Bizim bahçeye gelen herkes onun evinin önünden geçtiği için de, “doğal” bir koruyucuydu aslında. Benim içimde öyle bir his kalmış en azından; kötü biri gelirse, önce Kadir Abi görür ve savuştururdu onu. Bahçeye dek gelmişse, demek ki o kötü hakikaten kötü biri olurdu.
İlkokul üçüncü sınıfa geçtiğim sene, yarı tatilde okul değiştirdim. Okulum artık daha uzak olan mahalledeydi ve öğretmenimizin öğleden sonra yapacağı işler olduğu için de, daimi sabahçıydık. O yıl, bahçeye çıktığım gibi yan yana dizilmiş polisleri gördüğüm yıldı aynı zamanda. Baskın yapmaya gelmişlerdi, tevatürlerin biri bin paraydı. Koca koca insanların içinden, sırtımda çantam, bir metre boyumla tırım tırım yürümüştüm de, oradakiler sanki “bu çocuk nereden çıktı?” şaşkınlığını atamadığı için bana bir şey dememişti. Öğleni nasıl zor getirmiştim bütün o teneffüsler boyunca. “Acaba kime geldiler? Bizden ne istiyorlar?” Öğleden sonra eve gittiğimde, her yer darmadağındı ve en çok babaannemin yorganlarının parça pinçik edilmesine üzülmüştük.
Mart gelince gene babaannemin takvimine göre düşünür ve “hah bahar geldi” derdik. Karın pek yüz vermediği, yüz vermeye kalkıştığı zaman da epey felaketler getirdiği bir memleketti bizimki. O sene hiç kar yağmamıştı, kış bizi pek zorlamamıştı. Asıl zor olan, artık kimsenin akşam dışarı çıkamamasıydı. Bir de vakayi adiyeden sayılan çatışma sesleri. Akabinde elektrik kesintisi. Kesintinin akabinde de, iki amcamın TEK’teki görevlerine istinaden, insanların bizim evi aramaya başlaması. Çünkü TEK’te, arıza telefonuna cevap vermesi gereken görevli cinnetin eşiğinde olduğundan fişi çekmiş oluyordu. Yahut orada durması mümkün olmuyordu çatışmadan ötürü. Bizim eve gelen telefonu kim açtıysa, “biz de bilmiyoruz vallahi” cevabını iletiyordu karşıdakine. Hep beraber yemek yeme, haberleri izlerken homurdanma, sonra çatışmanın başlangıcı, hemen devamında elektrik kesintisi ve çalan telefon. Gecelerimiz bu mutat döngüyle tamamlanıyor, hep beraber dua ederek gidiyorduk yatağa: “İnşallah ölen olmamıştır”.
O sene Mart bir daha geldi. Genelde şaşırmaz Mart, gelir gelmesi gerektiği zaman. Tanpınar’ın Paris için söylediği, bizim orası için geçerliydi aslında. Bahar, gelmemişti. Patlamıştı. Şimdi çocukluk ülkesinden söz ettiğim için daha hülyalı duyuyor değilim, dün gibi, adım gibi eminim çünkü o bahardan. Burnumuzun hemen ucundan başlıyordu. Nasıl baş döndürücü, nasıl çiçekli, nasıl kokulu bir bahardı o öyle. Tarifi zor; zaten ben de tarif etmeyi denemedim. Sadece “nasıl”layarak zorlandım. Çünkü “anlatamam görmen lazım”.
Okuldan çıktım, o gün millette bir tedirginlik. Hap kadar çocuklarız zaten, öğretmenlerden anlıyoruz bir hikâyeler olduğunu. Ben içimden “bu gece herhalde büyük hadise var” diye geçirmiştim. Sonra çocukluk uçuculuğu, teneffüste Eti Cin ye, ötekinde minyatür kale maç yap, berikinde “nohut alsam mı şu çocuktan, bizimkiler hayatta duymaz ki” diye düşün. Çıktı gitti aklımdan o tedirginlik hali. Nasıl bahar var ama nasıl güzel bir bahar o gün. Çıktım okuldan, “daha uzun ama daha güvenli” olarak bellediğim yoldan gidiyorum, sırtımda benim kadar büyük çantamla. Nereden geçiyorsam, bir kül. Nereye bakıyorsam, göğe doğru ince ince uzanan siyah bir duman. “Allah Allah” diye diye gittim bahçeye. Yolda soracak tek bir insan bile yok ki, “Abê bu nedir?” diyeyim. Meraklana meraklana yürüdüm sokakları. Bahçenin eşiğine geldim, Kadir Abi kuşları uçurmuş. Bir kat yukarıda, damda görününce kafası, bağırarak sordum. “Bu dumanlar ne abi?”
“Bizim bayramımız bugün Said,” dedi. “21 Mart, Newroz geldi.”
Aklımda türlü sorular, “baharda bizim bayramımız mı varmış, ne güzel. E peki bunca duman neyin nesi?”
“Ya bu ateşler niye?” diye bağırdım.
İndi, bahçeye yürüdük birlikte. “Zehir” isimli bilye oyununu oynamak için açtığımız küçük fare oyuklarına basmış olmalıyız. Aklında kaldığınca anlattı. Dehhaq dedi, Kawa dedi, Ferhat dedi, Mazlum dedi. Sonra bir daha dedi, “Bu bizim bayramımız, bahar bayramı...”
O gün bugün, her 21 Mart’ta bahar geliyor dünyaya.
Dünya dediğin, üç karış yer. (MSA/HK)