Neşet Ertaş öldü.
Çok net bir hüküm bildiren bu cümleyi bir gün kuracağımı elbette biliyordum. Ama bunu, bu duyguyu, bu cümleyi kurma ihtimalimi hep erteliyordum açıkçası. Hasta olduğunu duyduğumda, hastaneye yattığını duyduğumda da aynısını yaptım; erteledim bu fikri, "Daha değil canım, daha duracak ayakta," dedim sürekli içimden. Kendime. İnsanın kendini ölüm karşısında telkin etmesinin faydası yok, bir daha öğrenmiş oldum. Fakat ne çirkin ne sevimsiz bir öğrenme.
Epey yazıldı Neşet Ertaş hakkında. "Yaşamında kıymeti bilinmedi" falan demeyeceğim; ki, bunun da çok "gerçek" bir şey olduğunu düşünmüyorum. Üstelik başka memleketlerdeki meslektaşlarıyla kurulan "kazanç" analojilerini de hiç anmayacağım. Bunun da sevimsiz olduğunu düşünüyorum.
Ölümü üzerinden belediyenin yaptıklarıyla, orada konuşulanlarla, çıkan yahut çıkma ihtimali olan kavgalarla da ilgilenmeyeceğim. Herkesi büyük bir paranteze alan ve "usta" demekten asla imtina edemeyeceğimiz yegâne isimden, Neşet Ertaş'ın bendeki yerinden, onunla tanışıklığımdan söz edeceğim, dilim döndüğünce.
Şimdilerde o yazların meğer nasıl uzun olduğunu anladığım yazlardan birinde, uçsuz bucaksız buğday tarlalarına gözümü alıştırmaya çalışıyordum. Biraz aşağısı "bin xet" (hattın aşağısı) dediğimiz Suriye'ydi ve orada da bizim buğdayların aynısı seçilebiliyordu rahatlıkla. Hattın yukarısındaki bizler, yaz sonunda biçerdöverlerle toplanan buğday yığınını şehre yani Buğday Pazarı'na yahut daha büyük şehre, TMO'ya [Toprak Mahsulleri Ofisi] götürürdük.
Daha ucuz bulunduğundan mıdır yoksa içtihat öyle oluştuğundan mıdır bilmiyorum, bu işlem esnasında Orta Anadolu diye adlandırılan yerden gelen kamyonlar kullanılırdı. İşte bunlardan biriyle, Kırşehirli olan ve adı Neşet olan biriyle, yükümüz buğday, şehre seyahat etmiştik.
O yaz, benim "abi"lerimden birinin bana 90'lık bir Raks kaset verdiği yazdı da aynı zamanda. Ben orada da adı Neşet olan birinin türkülerini dinliyordum evde uzun uzun. Arada içeriden kafasını uzatan annemin "Oğlum vallahi içini kıydın, bunlar nasıl acıklı şeyler" deyişini pek de önemsemiyordum.
O "karışık" kasetteki türkülerin sırasıyla anımsadım çok uzun süre Neşet Ertaş'ı. Kalan Müzik henüz tasnif edip basmamıştı albümleri,
Bayram Bilge Tokel Neşet Ertaş Kitabı'nı yayımlamamıştı, Can Dündar Garip belgeselini çekmemişti, oradaki "Yalan Dünya"yı dünyanın en güzel korosu olan "Çiçekdağ Korosu" söylememişti, ben onu Ankara'da bir evde dinlememiştim.
Hasılı kelam, o kamyonda adının Neşet olduğunu öğrendiğim adamın, bir de Kırşehirli olduğunu duyunca büyük bir heyecana kapılmış ve "Aaa! Neşet Ertaş'ın hemşehrisisiniz," demiştim. Adamın tepkisi, yıllar yılı o karışık kasetteki sıra gibi zihnimden silinmedi:
"Bizim abdal Neşet'i sen nereden tanıyon?" (Son "n"de sağır kef/nazal n var elbette.)
Ben hayatımın büyük bir kısmını türküleri düşünerek geçirdim. Bu düşünme mesaisinin içinde de bazı yöreler hassaten ilgilendirdi beni. Bunların en başında, birkaç gündür derin uykuda olan ustamız Neşet Ağam sebebiyle Kırşehir geldi.
Neşet Usta'dan sonra babası Muharrem Ağa'yı dinledim. Ardından Çekiç Ali'yi, sonra Hacı Taşan'ı. "Taze meyva"yı Ankara'da yiyen, "anamın oğlu var beni n'eylesin?" diyen de onlardı, "al da beni taştan taşa çal güzel" diyen de, "bilmem deli miyim Mecnun gezerim" diyen de, sevdiğine "vay vay pambığım, edasına yandığım" diyen de onlardı.
Çok sonraları bu edayı, bu sesi biraz Harput'la, biraz Diyarbakır'la, en çok Arguvan'la birlikte dinledim, duydum. Ama hep o ilk ses, o karışık kaset, o kamyonda öteki Neşet'in "Bizim abdal Neşet" deyişi kaldı. Hakiki kerterizim de, bu yüzden Orta Anadolu denen ve benim nedense layıkıyla göremediğim o topraklar oldu, mevzubahis türküler olduğunda.
Biraz Karadeniz, az Ege, ondan da az Rumeli türküsü müdahale etti hayatıma yukarıda saydıklarım dışında. Onları da anmak boynumun borcudur elbette.
Nihayet, önce Kemal Varol söyledi Temmuz'un On Sekizi'nde:
"tütsüler yakıp döndü etrafında: şems neden gitti, cem neden, evdal kimin kalbinde diye diye sayıkladı sen uyurken, uyanmadın mı dediler. 'en güzel hikayendi' senin, anlatılırken anlamadın mı dediler. kapkara bir ben taşıyordu omzunda. avcunda küçük bir leke. gözlerinde bin bir gece. otuz dokuz gece bekledi seni, kırkında gitti, hatırlamadın mı dediler. neşeeeeet dinleyip sustunuz, kor avuçlayıp yandınız; yar gelip geçti, uyanmadın mı? 'körümüş gözlerin, boşa mecnun eyledin sen seni' dediler."
Sonra da ben dedim bir şeyler:
"genç ağam ben bir türkü tuttursam kederinle
cennet gençlerinin efendisi güzel ağam ben bir türkü,
sesimle türkü, sakalımla türkü, gözümle türkü billahi
ağam ayağının turabı ben kürdili hüseyni hicazkâr"
Yani ki, Neşet Ertaş öldü ve biz epey ağladık. (MSA/AS)