Yerel seçimler geldi kapıya dayandı. Ne yapacağız? Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bir “coup de grace” ile İzmir, Tunceli ve Diyarbakır “kaleleri”ni de düşüreceği bir nihai taarruz olarak tasarladığı seçim hamlesi karşısında ne yapmalı?
“Sol”un biricik sığınağı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) mi? Yoksa başka bir seçenek var mı? Türkiye’de emekçiler, yoksullar, ezilenler, dışlananlar için AKP ya da CHP’ye oy vermek dışında başka bir seçenek, “üçüncü bir seçenek”, “üçüncü bir yol”, “üçüncü bir kutup” yok mu? Alttan ya da üstten, dinci yada milliyetçi, küreselci yada ulusalcı, sermeye hakimiyetini benimsemek dışında bir seçeneğimiz yok mu? Yoksa olsun diye gayret edemez miyiz?
“Ergenekon” yargılanacak diye AKP’yle aynı safa mı geçelim?
“Ergenekon” yargılaması çevresinde yaratılmaya çalışılan kurmaca sol-içi “kutuplaşma” denkleminin, hiç bir dolayımdan geçirmeye bile gerek görmeksizin büyük bir kabalıkla toplumsal ve siyasal düzeye de yansıtılabileceğini düşünenler için, hayır, bu gayretler beyhudedir.
Örneğin Sabah gazetesinde Ecevit Kılıç’ın sorularını yanıtlayan Radikal yazarı Oral Çalışlar’a göre "‘Darbeye de, AKP'ye de karşıyız diyen üçüncü yol teorisi hayal, gerçekçi değil. Solun öyle bir üçüncü yol yaratabilecek birikimi yok. Üçüncü yol veya kutup demek kuvvet demek. Hangi kuvvetle, arkanda kitleler mi var yoksa işçi sınıfı mı var? Hiçbiri yok. Burada iki kutup var, devlet içindeki derin yapılardan hesap soran kutup, diğeri de bu hesabı engellemeye çalışan kutup. Üçüncüsü yok. Sosyalistlerin aldığı oy binde birlerde, binde yarımlarda. Onun için taraf olması mümkün değil.”
Ecevit Kılıç üsteliyor: “O zaman AKP de aynı kutupta...” Oral Çalışlar yanıtlıyor:
“AKP de bu tarafta, doğru. Esas olarak bu soruşturmayı yürüten savcılar var, mücadele yürütüyorlar. Arkadaşlarımız Hrant Dink'i, Ahmet Taner Kışlalı'yı, Uğur Mumcu'yu, Musa Anter'i öldürenlerden hesap soruyorlar. Bunların üstüne gitmek bizlerin yani solcuların işi. Şu an Türkiye AB trendine girdi. Soğuk Savaş dönemi hesaplaşmasını daha yeni yaşıyor.”
Acaba neresini düzeltmeli? AKP “devlet içindeki derin yapılardan hesap soran kutup” mu gerçekten? Öyleyse AKP hükümeti devlet içindeki “en derin yapı”nın imalatı Şemdinli bombalamalarını soruştururken, Genelkurmay’ın kapısına dayanan Van Savcısı’nın karga tulumba meslekten atılmasına neden ön ayak olmuş olabilir?
Ya da “Ergenekon” soruşturmasını AKP yürütüyor olabilir mi gerçekten? Yoksa Deniz Baykal, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıları “AKP’nin siyasi işlerini yürütmek”le suçlarken haklı mı?
“Ergenekon” iddianamesi kapsamında mahkemeye sevkedilenlerden hiçbirinin Hrant Dink’in, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Uğur Mumcu’nun Musa Anter’in öldürülmesiyle suçlanmadığı apaçık ortadayken, neden “arkadaşlarımızın katillerinden hesap soruluyor” olduğuna inanmamız gerekiyor? Ya da savcılar bu suçlulardan “hesap soruyor”sa, zaten yargıç önüne çıkarılmış olanların “üzerine gitmek” neden “bizim işimiz” oluyor?
Bu yaklaşımın “Ergenekon” soruşturmasıyla sınırlı bir alanda bile olgularla örtüşmediği ve hiçbir politik motivasyon doğurmadığı ortada. Silahlı Kuvvetler ile hükümetin “Ergenekon” operasyonunu eşgüdüm halinde yürüttüğünü bilmeyen kaldı mı? Gözle görülmüyorsa akılla da mı görülmüyor? Yeni Jandarma Genel Komutanı Atilla Işık, "TSK'nın geleneksel emir ve komuta yapısına hiçbir halel getirmeden görev yapacağı"nı söylerken, “Sarıkız” ve “Ayışığı” darbe girişimlerini bastıran güçlerin bir ögesi olduğunu da ilan etmiş olmuyor mu?
Ama diyelim ki hakikat böyle değil de Çalışlar’ın dediği gibi olsun, -Tayyip Erdoğan’ın seveceği ifadeyle- “Velev ki, Ergenekon soruşturmasında ‘AKP de bu tarafta’ olsun!” Cumhuriyet Savcıları marifetiyle AKP darbe bastırmış olsun. Bu politik olarak ne anlam ifade eder?
Bu sürecin teşhis edilmesindeki görüş farklılıkları ya da benzerlikleri güçlerin politik mücadelede nasıl dizlmesi gerektiğine dair bir karine mi oluşturur? Örneğin ben de Nazlı Ilıcak da “Ergenekon” iddianamesiyle suçlanan eylemleri varlık ve haklarımıza karşı bir saldırı olarak kabul ediyoruz ve “Ergenekon” iddianamesinde suçlananların -ve suçlan(a)mayanların- suçları sabit olunca “layık oldukları” cezaya çarptırılmalarını istiyoruz diyelim, bu nedenle onunla aynı politik ititifaka mı dahil olacağız ya da olmalıyız?
“Üçüncü Kutup”u nesnel güç dizilişi ima ediyor
İşin doğrusu, emekçilere, üreticilere, yoksullara, ezilenlere, kadınlara, Kürtlere, Alevilere, azınlıklara “üçüncü bir kutup”ta toplanma çağrısı“Ergenekon” soruşturması dolayısıyla ortaya atılmış olmadığı gibi “sol-liberalizm karşıtlığı” bağlamında ileri sürülmüş bir “ara çözüm” arayışıyla da tamamen ilgisiz. Bu bütünüyle mevcut nesnel politik güç dizilişinin ima ettiği durumun idrakiyle ilgili ve üstelik dört yıldan beri süregiden bir çağrı.
“Üçüncü kutup” çağrısı, daha ortada “Ergenekon”un değil soruşturması, lafı bile yokken, Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal himayesinde tahtı revan ile yasaklar dünyasından ikbal dünyasına taşınırken, 2004 yerel seçimleri arefesinde yapılmıştı:
“Bu koşullar altında girmekte olduğumuz yerel seçimlerde Türkiye’nin klasik ve kurulu sol/sağ denklemi de çöküyor. Otoriter sağ ile kaynaşan “sosyal demokrasi” ve büyük sermaye ile eklemlenen siyasi İslam arasındaki karşıtlaşmanın demokratik ve halkçı bir dinamik yaratmasının olanaksızlığı nesnel olarak kendini gösteriyor. Emekten ve özgürlükten yana bir ‘üçüncü kutup’ ihtiyacı kendisini bütün gücüyle toplumun ezilen, sömürülen, dışlanan, susturulan kesimlerine dayatıyor.” (Üçüncü Bir Kutup Gerek, Siyasi Gazete, Sayı 8, Ocak 2004)
Aradan geçen dörtbuçuk yılda bu kutupsallık “büyük sermaye ile eklemlenen siyasi İslam” yönünde gelişti.AKP’nin liberal müttefikleri bu ittifakı meşrulaştırırken “’askeri vesayet’e son vermek için sivil hükümeti güçlendirmek” gerekçesine dört elle sarılsalar da, Erdoğan’ın, özellikle Mayıs 2007’den bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri’yle her düzeyde geliştirdiği ilişkiler sonucunda “askeri vesayet” AKP’nin hegemonyası ile eşzamanlı ihya oldu. “Otoriter sağ” ile kaynaşmak ne kelime, onun “avukatı” rolünü üstlenen CHP de emekçi kitleler nezdinde etkisini ve inandırıcılığını bütünüyle yitirdi.
Bu koşullar altında “üçüncü kutup” çağrısı şimdi kendisine daha çok dinleyen kulak buluyor. Dinin, silahın ve paranın gücü halkın tepesinde, işleyen hiçbir kurumsal ve politik denetim mekanizması, anlamlı bir parlamenter karşı koyuş olmaksızın birleşirken, bu hakimiyet blokuna karşı aşağıdan halkçı ve demokratik bir muhalefet örmek şimdi daha çok insana pratik ve gerçekleşebilir ve gerekli bir çağrı olarak görünüyor.
Hal böyleyken varit olmayan gerekçelerle solu AKP’nin olduğu yere çekmeye çalışmak emekçilerin kendilerini sermaye egemenliğine karşı savunmalarına şu kadar olsun yardım etmez.
“Binumut”u bir daha düşünmeye değmez mi?
Buna karşılık Murat Belge’nin Taraf’ta şu söyledikleri üzerinde bir kez daha düşünmeye değer:
“Kısaca, sorun kitleleri sosyalizme çekmektir. Bunu düşünmek ve söylemek, birileri tarafından ‘AKP ile ittifak’ gibi anlaşılıyorsa, iyi, onlar öyle anlamayı tercih ediyorlardır. Ama bunun anlamı, kitleleri, ideolojik yanılsamalarından gerçek mücadelenin içine çekmektir, yani aslında AKP ile mücadeledir. ‘Siz mürtecisiniz, toplumun başını örteceksiniz’ türü polemikler yaparak ve dolayısıyla kitle bağlarını güçlendirerek değil, kitlelere mücadelenin, demokratikleşmenin, hak ediniminin gerçek yöntemini göstererek. Evet, 1 Mayıs saldırganlığını da örnek göstererek.
Şimdi, bir soyutlama, bir genelleme düzeyinde, kendimi bu şekilde tanımlanan grubun [‘üçüncü kutup’] içinde de görürüm. Sol, kendi ayağının üstünde duran, ama varlığı toplum için, toplumdaki siyaset için bir anlam ifade eden bir birlik, bir platform olmalıdır. Aslında, Ertuğrul’un katılmayacağı, ‘AKP’ye destek vermek’ (ya da, olacak şey değil ama, bunun tersi, Ulusalcılığı desteklemek, diyelim; bu bağlamda ne olduğu önemli değil) gibi bir politika için de böyle bir platformun varlığı gerekli. Öyle bir şey olmadığı, olamadığı için, bugün bu ülkede ‘siyasetin şurasında da sol var’ gibi bir cümle söyleyemiyoruz.”
Pekala, bunları tartışalım. Ama pratik de olmayalım mı ? Sonuçta hepi topu yedi ay sonra “anti-demokratik” “Stalinciler”le blok kuramayacağımız için “hiç olmazsa darbeye karşılar” diyerek bütün yerel yönetim hizmetlerini ticarileştirmekten, yoksul semtlerini “soylulaştırmak”tan ve kentleri bir sermaye üretim dinamiği olarak “dönüştürmek”ten başka bir vaadi olmayan AKP’ye –çaktırmadan- oy vermek, ya da bir kez daha, palas pandıras, CHP’ye mecbur kaldığımızı ilan etmekten başka bir sözümüz olamaz mı?
Ufuk Uras’ı Meclis’e taşıyan “binumut ittifakı” Türkiye’nin her yerinde, her milliyet ve inançtan, kadın erkek, halkçı, demokrat, sosyalist adayları basit ve açık bir platform üzerinde yerel halkın temel taleplerinden yola çıkarak yerel yönetimlerin başına taşıyamaz mı? “Üçüncü kutup” bu soruya “evet” yanıtı vermenin politik ifadesidir. Anlaması çok basit öyle değil mi?(EK/EÜ)
* Ertuğrul Kürkçü'nün bu yazısı Radikal2'nin 31 Ağustos tarihli sayısında yayınlandı.