Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ bir terslik olmazsa, önümüzdeki yıl Genelkurmay Başkanı. Müstakbel Genelkurmay Başkanımızın Kara Harp Okulu’nun yeni öğrenim döneminin açılışı vesilesiyle yaptığı konuşma, önümüzdeki yıllarda Silahlı Kuvvetleri yönetecek aklın nasıl çalıştığının anlaşılması bakımından çok bulgusal -ya da hekim diliyle söylersek semptomatik.
Yaygın medya, Başbuğ’un ABD’yi PKK’ye karşı Irak’ta eyleme çağırmasını manşetlerine taşıdı ama “Şark Cephesi”nde yeni bir şey var sayılmaz! Hükümet de, Dışişleri Bakanlığı da, Milli Güvenlik Kurulu da bir yıldır aynı şeyi söylüyor Washington’a : “Irak’taki PKK güçlerini ya sen yok et, ya da bırak biz yok edelim!”
Ancak Başbuğ’un konuşması bu kadar sıradan değildi. Bugüne değin bu denli güçlü ve kapsamlı bir biçimde ifade edilmiş olmayan iki temel yaklaşımı dillendiriyordu. Ama medyanın ilgisini çekmedi. Oysa bunlar Silahlı Kuvvetlerin gelecekte takınacağı tutumu öngörmek ya da bugünkü davranışlarını anlamlandırmak bakımından önemli göstergeler sunuyordu.
Birincisi: Silahlı Kuvvetler’in Kürt Sorunu’yla Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiyi kavrayış tarzına ilişkin; ikincisi, küreselleşme bağlamında dünya sistemi içinde Türkiye’nin yeri ve ABD ile AB’ye bakışına ilişkin. İkincisi, bir sonraki yazıya kalsın, şimdi birincisine bakalım...
Türk Silahlı Kuvvetleri kendi ülkesinde bir işgal gücü mü?
İlker Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin uzun bir çatışma sürecine karşın, PKK’yi tamamen etkisizleştirememiş olmasını gerekçelendirirken, beklentilerin “klasik harekât” –yani düşman devletlerle karşı karşıya geliş- değil “İç Güvenlik Harekâtı” –“gayri nizami savaş”- bağlamında şekillenmesi gerektiği üzerinde, uzun uzun duruyor ve ekliyor:
”İç Güvenlik Harekâtı’nda kamuoyu, mücadelenin süresine ilişkin gerçek dışı beklentilerin içine girmemeli veya yetkililerce beklentiler içine sokulmamalı; gerçekler kamuoyuna, ilgililer tarafından açıkça anlatılmalıdır.”
Kara Kuvvetleri Komutanı “ilgililer”den biri olarak, kamuoyuna “gerçekler”i anlatmak üzere bazı karşılaştırmalar yaparak sürdürüyor konuşmasını:
“Örneğin İsrail kamuoyu, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda oldukça güçlü kuvvetlere karşı altı günde zafer kazanan İsrail Silahlı Kuvvetlerinin, 2007’de (*) birkaç bin kişiden oluşan Hizbullah Örgütü’nü Lübnan’da neden etkisiz hâle getiremediğini anlamakta zorlanmaktadır.
“Aynı husus, ABD kamuoyu için de geçerlidir. ABD Silahlı Kuvvetleri, İkinci Irak Savaşı’nda klasik çatışmayı Nisan 2003’te beklentilerden de önce sonuçlandırmasına rağmen, terör ve direniş hareketlerine karşı aynı başarıyı sağlayamamıştır.
“İsrail Cumhurbaşkanı Shimon PERES’in dediği gibi: ‘Terörle mücadelede karşılaşılan önemli olayların nerede ise yüzde 80’i ne tam askerî, ne de tam politik boyuttadır. Sorunların hem politik, hem de askerî boyutları vardır. Bunun yanında her askerî kararın politik sonuçları olabileceği gibi, her politik kararın da askerî sonuçları olabilir.’”
Doğrusu olmayan yanlışlar...
Acaba, İsrail ve ABD güçlerinin bu askeri harekâtları, bir “işgal gücü” olarak gerçekleştirdiklerini Org. Başbuğ bilmiyor olabilir mi? Bir askerin bundan habersiz olması düşünülemez bile. O halde Kara Kuvvetleri Komutanı Türkiye’nin kendi toprakları, kendi egemenlik alanı ve kendi yargı yetkisi içinde ortaya çıkmış olan bir “iç ihtilaf”ı anlaşılabilir kılmak için neden Lübnan’daki İsrail’i örnek alıyor? Neden gözlerimizin önünde bir uluslararası hukuk ihlali olarak başlayıp bir insanlık suçu halinde süren ABD’nin Irak’ı işgaliyle kıyaslıyor güneydoğudaki operasyonlarını?
Bir an için varsayalım ki Türk Silahlı Kuvvetlerinin güneydoğu operasyonları yukarıdakilerle aynı türdendir, o zaman da Org. Başbuğ modern askerlik tarihinde bir “işgal gücü”nün operasyonlarını nihai zaferle taçlandırdığı, işgal ettiği ülke ahalisine kendi egemenliğini sürekli olarak dayatmayı başarabildiği tek bir örnek olmadığını bilmiyor olabilir mi?
Askerlik bilimi bakımından ne kadar kaba, tarih açısından ne kadar yüzeysel ama hepsinden önemlisi politik olarak ne kadar özensiz bir yaklaşım! Önümüzdeki on yıl boyunca Türk Silahlı Kuvvetlerinin, askeri kapasitesini bir “iç çatışma” bağlamında “kendi yurttaşları”na karşı bu zihniyetle mi kullanacağını düşünmeliyiz? Bu zihniyeti, Meclis ve hükümet de paylaşacak mı? Bu sorular havada asılı durmaya devam ede dursun, bu kaba yanlışın gene de bir yaklaşımı, bir gelecek öngörüsünü ele verdiği apaçık!
Bizi hangi örneklerle ikna etmeye çalışırsa çalışsın, Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesi, serinkanlılıkla şu “gerçeği” açıklıyor aslında “kamuoyuna”: "Kürt Sorunu yakın bir gelecekte asla çözülmeyecektir!” Zaten başka türlü bir yaklaşım benimsenmiş olsa komando birliklerinin profesyonelleştirilmesine, yani bölgedeki savaşın ebedileştirilmesine, gerek duyulur muydu?
Org. Başbuğ, “aidiyet duygularına, kültürel boyutta kaldığı sürece saygı gösterilmelidir. Ancak, farklılıkların ve aidiyet duygularının siyasal boyuta taşınmasına müsaade edilemez,” derken bir çözüm arayışında olmadıklarını bir kez daha doğrulamaktan öteye gitmiş olmuyor, küreselleşme ile ulus-devletin bağdaşırlığını gerekçelendiren sözde "sofistike", özde "kaba" bir yaklaşımla, arada gerçekleştirilen bunca "uyum düzenlemesi"ne rağmen 1997 “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”ne dönülmesinin Silahlı Kuvvetler üst kademesince benimsenmeye başladığını ima ediyor.
Hatırlayalım Kasım 1997’de Hürriyet’in ortaya attığı ve hiç yalanlanmayan o “belge”de, başka şeylerin yanı sıra, ne deniyordu:
* Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
* Türkiye'nin Batı'ya dönük yüzünde hiçbir değişikliğe gidilmemelidir.
* Türkiye'nin AB'ye tam üyelik konusundaki hedefi korunmalıdır. Ancak bazı Avrupa ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları göz ardı edilmemelidir.
* Türkiye'nin dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır.
Sunuşu, ikinci bölümüyle birlikte alındığında, müstakbel Genelkurmay başkanımızın, selefi Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı sırasında yüksek perdeden sürdürdüğü anti-küreselci retoriğine ve destursuz AB karşıtlığına mukabil, küreselleşme bağlamında Bush sonrası ABD ile yakın ilişkilere ve Avrupa Birliği ile derinleşen bir işbirliğine hazırlanmakta olduğuna dair de bir çok gösterge sunduğunu göreceğiz.
Ulusalcılar, onlarda ödünsüz antiemperyalizm arayadursun silahlı kuvvetler komuta kademesi neoliberal piyasa gerçekliğinin demirden yasalarına TÜSİAD'dan da Tayyip Erdoğan'dan da daha vakıf görünüyor. (EK)
____________________
(*) Doğrusu 2006 olacak. Yanlışlık orijinal metinden geliyor.