Bugün 24 Nisan.
Bundan tam 93 yıl önce İstanbul Ermenilerinin önde gelenlerinden bir grup, bir 24 Nisan gününde "büyük felakete" doğru yola çıktılar. İşte o tarih, neredeyse üç yıl süren ve Anadolu’yu "Ermenisizleştirmeyi" öngören o dehşet verici planın simge günü oldu dünya Ermenileri için.
Türkiye için "çok bir şey" ifade etmiyor olsa bile, bu topraklarda gerçekten artık bir avuç kalmış Ermeniler için günün ifadesi başka. Bunu anlayabilmek için biraz empati yeteneğine, çok değil biraz da vicdana sahip olmak yeterli aslında…
Bundan birkaç zaman önce, çok sevdiğim yarı Eşkenaz, yarı Sefarad bir Yahudi arkadaşımla konuşurken, anlamaya çalıştığım için sormuştum, "Sana Yahudi soykırımı olmadı desem, ne olur" diye… Cevap aklımdaki yüzlerce soruyu bir anda yanıtladı. "Benim varlığımı reddetmiş olursun, beni yok saymış olursun, benim acılarımdan doğru ayakta kalma başarımı gözden çıkarmış olursun"…
Bir halkın "benim soyum kırıldı" demesi, varlığının büyükçe bir bölümünü kaybettiğini kabul etmesi aynı zamanda, öyle laf olsun diye söylenecek, iddia edildiği gibi sadece "Türk düşmanlığı" ile açıklanabilecek bir şey değil.
Türkiye’de Ermeni olmak, belki de 93 yıldır hiç konuşulmadığı kadar, son bir küsur yıldır konuşuluyor, sevgili Hrant Dink’in 19 Ocak 2007’de katledilmesinin ardından, Ermenilik yeniden "var olan" bir şey olarak kabul edildi. Ancak 93 yıl öncesinde olanlar, hâlâ üzerine bir perde çekilerek unutulmaya çalışıyor.
24 Nisan 1915’ten önceki ve sonraki günlerde neler olduğunu, bütün bunları yavaş yavaş öğreniyoruz, tarihte her şey bir gün açığa çıkıyor, ama tarihsel sürecin yanı sıra, bu ülkenin demokratikleşmesi ve geçmişle yüzleşebilmesi için gereken ciddi bir süreç var ortada.
Hesap soracak merci bulamamak…
Hiçbirimiz doğmak için bir yer tercih etme lüksüne sahip değiliz, hiç birimize nerede doğmak istediğimiz sorulmadı. Tesadüfen Anadolu topraklarında doğduk, pek çoğumuz yüzyılların savaş yükleriyle buralara geldi, Balkanlardan, Kafkaslardan ya da başka coğrafyalardan. Hep birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduk, buralı olduk, bu toprakları sevdik…
Ama bu toprakların beraberinde getirdiği acıların yükünü omuzlamayı kabul etmedik. Geldiğimizde zaten burada olanların, neden sonrasında yok olduklarını sorgulamadık, okullarımızda okutmadık, bu toprakların mesela en iyi taş ustalarının Ermeniler, en iyi restorancılarının Rumlar olduğunu öğren(e)medik, öğretilmedi. Yahudilerin iyi tüccarlar olduğunu ancak ırkçı klişeler altında bir "kıskançlık" yaftası olarak öğrendik, "ekonomiyi ele geçirmelerinden korktuk".
Bütün bunları öğrenmeyince elbette, mesela Anadolu’daki çarpık yapılaşmanın, kötü mimarinin, kişiliksiz kentlerin hesabını kime soracağımızı bil(e)medik, mutfağımız, müziğimiz, sanatımız, dilimiz eksikleşince, biz eksilince, hesabını soracağımız bir merci bul(a)madık.
Anadolu kentlerindeki, kasabaların onlarca, yüzlerce kilisenin neden oralarda olduğunu, o kiliselerin oralarda neden yapıldığını bile bilemedik, Süryani, Keldani, Ermeni kelime olarak bile çoğu zaman bize bir şey ifade etmedi.
Daha doğru, daha dürüst, daha gerçek topraklar için…
Bu topraklar Baskın Oran’ın deyimiyle LAHASÜMÜT olmayana hep "misafir" muamelesi yaptı, sanki ortada hoşgörülecek bir şey varmış gibi kilit kelime "hoşgörü" oldu, terminoloji "kardeşlikten" yürüdü, sanki küçük ve korunması gereken bir kardeş varmış gibi. İsmi bildik olmayana hep yabancı muamelesi yapıldı.
Hrant Dink’in katlinin üzerinden neredeyse 16 ay, 24 Nisan 1915’in üzerinden 93 yıl geçti. Artık, bu toprakların insanlarının hem yakın geçmişle, hem de 93 yıl önce yaşanan ama anısı dün gibi ayakta duran Büyük Felaket ile yüzleşmesinin zamanıdır.
Artık, Anadolu’nun küçük kasabalarındaki, köylerindeki, büyük kentlerindeki insanların, "Bu kiliseler kimlerindi? Bu evleri kimler yaptı? O insanlar şimdi nerede" sorusunu sormasının zamanıdır.
Sorunun cevabı, vicdanlarımızda olsa da, kelimelere döküldüğü anda, söze geldiği anda, o kayıp söz dillendirildiği anda, işte o zaman Anadolu’nun kadim halkı Ermenilerden, ve dahi Süryanilerden, Keldanilerden ve bu toprakların en az bizim kadar sahibi olan diğer halklarından dilenmesi gereken özür dilenmiş olacak.
Belki o zaman Ali topu Agop’a atmaya başlayacak, belki o zaman hem sevgili Hrant’ı hem de 1915 öncesi ve sonrasında Anadolu’daki büyük katliama maruz kalan Ermenileri ve ailelerini biraz olsun huzura kavuşturmuş olacağız, işte o zaman bu topraklar daha doğru, daha dürüst ve daha gerçek topraklar olacak… (ÇM/GG)