İsmet Paşa, Venizelos geldiler,
Trampa yapmaya karar verdiler,
Acep bunu bir ferde mi sordular?
Dünya kurulalı görülmemiştir!
Papa Neofitos, Mübadele Destanı
2023 sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, yeni cumhuriyetin nüfus dengelerini epeyce değiştiren Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin de yüzüncü yılı. Mübadele kararı 30 Ocak 1923’te alınıyor, Mübadele resmen ilk kafilenin Türkiye gelişiyle başlıyor ama tabii önü var, arkası var.
Mübadele benim şahsi meselem. Hayatımın kıymetlisi anneannem Emine’nin Yunanistan diye bir ülkedeki Drama diye bir kasabadan epeyce maceralı bir yolculukla İzmir yakınlarındaki başka bir kasabaya, Söke’ye geldiğini öğrendiğimde küçük bir çocuktum.
Kahramanım Pippi’ydi ve saçlarım öyle örülsün isterdim. Pippi evden kaçıp kaçıp seyahat ederdi. Anneannem de çocukken maceralar yaşamıştı. Bense İzmir’de adı bile “ara sokak” olan sokaktaki evimizde oturmuş, bu maceraları ancak okuyup dinliyordum ama hiç macera yaşamıyordum, ne sıkıcı…
Anneannemin yaşadıklarının pek de benim gıpta ettiğim gibi güzel hatıralar olmadığını anlamam için büyümem gerekecekti. Onlu yaşlarımın sonları, üniversiteye başlamıştım, anneannemin “macerasının” ona has olmadığını, Türkiye ve Yunanistan’da milyonlarca insanın hayatını etkilediğini, her iki ülkenin de inşasında “çimento” görevi gördüğünü anlamıştım. Ama “Ne biliyordun?” derseniz, hâlâ pek bir şey bilmiyordum. Sonra okumaya başladım, 90’lardayız, Mübadele üzerine yazılanlar bugün de öyle çok değil ama o zamanlar çok daha az. Bulabildiklerimi okudum ama bugünden bakınca anlıyorum, çok da uğraşmamışım aslında. 1998 falan olmalı, Atina’ya gittiğimde Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’ne de gittim. Kitlesel bir göçün nasıl kayda geçtiğini gördüm, gıpta ettim, keşke bizde de olsa diye geçirdim içimden, o zamanki aklımın yettiğince anneanneme sorular sordum, cevap aldım, almadım, belli değil.
Sonraki yıllarda da zaman zaman Mübadele düştü aklıma, bir şeyler yapsam diye hayal ettim. Lozan Mübadilleri Vakfı’nın yaptıklarını takip ettim misal ama, o kadar işte... Mikro tarihin ne kıymetli olduğuna, aile hikâyelerinden koca bir coğrafyanın tarihini okumanın imkânına aklım ermedi belli ki, erseydi sorardım, gitmedim üstüne. Keşke’ler işte...
Sonra, hayat hiç hesapta olmayan bir “vakit” sundu bana. 20 aydır zorunlu ikametgâhım Bakırköy Kadın Cezaevi’nde, “paşa gönlüm kriterleri” kapsamında, hayatta zaman bulup okuyamayacağım kitapları okuyup, hep merak edip bakamadığım konulara, zamanlara bakma fırsatım oldu. Mübadele de tabii, listenin tepelerinde...
Herkes kendi tarihini yaratıyor
Mübadeleyi okudukça, anneannem ve ailesinin yüz yıl önce Drama’dan başlayıp Söke’de sona eren yolculuklarını daha da çok merak ettim. Nasıl geldiler, yolculuk, “evi” arkada bırakma, kendini bir anda bambaşka bir ülkede bulma... Neler yaşadıklarını merak ettim de, ne fayda! O yolculuğu yaşayan kimse hayatta değil ki artık. “Keşke” demiştim, değil mi?
Abdül dedem, Tayyibe nenem ve üç kızları Kamile, anneannem Emine ve Kaniye, Drama’dan yola çıkıp Söke’ye gelen bir küçük aile. Anneannem ortanca, göç sırasında üç-dört yaşında, ablası birkaç yaş büyük olsa, kardeşi birkaç küçük, üç küçük çocuklu, genç bir çift Abdül ile Tayyibe.
Anneannem Emine’nin ablası Kamile Teyze’yi anımsıyorum çocukluğumdan. Söke’deki evlerinin büyükçe bahçesindeki kuzulardan olsa gerek, “Mee Teyze” demişim ona. Aileye de sirayet etmiş, “Mee Teyze” deyince kimden bahis, hep belli. Benim “Mee Teyzem” Kamile, meğer ailenin vakanüvisiymiş, bunu ölümünden yıllar sonra öğrendim. “Keşke’ler” hanesine bir ek daha. Kaniye teyzemi de hayal meyal hatırlıyorum. Abdül dedemle Tayyibe nenemin isimleri var zihnimde ama bir fotoğraf gelmiyor gözümün önüne, tanımıyorum, bilmiyorum.
Bu küçük aile Kavala yakınlarındaki o küçük kasabadan, Drama’dan, bir masa başında devlet adamlarının aldığı bir kararla yola çıkıp, Türkiye’ye gelen yüz binlerce insandan beşi.
Mübadele üzerine düşünmeye başladığımda, birinci kuşaktan soracak kimse kalmadığından artık, ben de annem ve kız kardeşleriyle bir oyun oynamak istedim. Bir çeşit hafıza oyunu. Dramalı mübadil bir ailenin, tamamı Söke’de doğan bu ilk kuşağının zihninde, Mübadele nerede duruyor, nasıl hatırlanıyor merak ettim. Oyunun tek kuralı sorularımı birbirleriyle konuşmadan yanıtlamalarıydı. Kabul ettiler.
Ben bir şekilde, en büyüğüyle en küçüğü arasında 12 yaş olan, şimdi altmışlarını geçmiş bu beş kadının sorularıma yanıtlarının aynı olmayacağını düşünüyordum. Öyle de oldu. Hafıza gerçekten acayip bir şey. Herkes kendi tarihini yaratıyor.
Daha ilk sorudan rivayetin muhtelif olduğu ortaya çıktı. Beş kişilik göçmen kafilesinin son durağı Söke, eminiz ama ya rotaları? Drama’dan sonra Samsun, Adapazarı, İzmir, Akhisar duraklarından söz etti kız kardeşler. Araştırma derinleştikçe İzmir Limanı üzerinden Söke’ye geldiklerini anladık. Ama o “hafızanın” bir yerlerinde, bir sebeple Samsun, Adapazarı, Akhisar da var işte. Hepsi mübadillerin gittikleri yerler, tesadüf değil yani, hafıza yanlış da olsa, doğru nirengi noktaları seçiyor demek.
“Oyun”un bu ilk sorusundan çıkan belirsizlik “tahminlerim doğrulandı” diye bir yandan hoşuma gitse de, ne yalan söyleyeyim, bir kere daha kendime çok kızdım, soruların asıl muhataplarına aklım baliğken sormadım diye.
Nereye geldiklerini bir şekilde öğrendim, evet ama ne zaman geldiklerini bilmiyorum, çünkü beş kız kardeş de bilmiyor. Her ne kadar Mübadele kararı Ocak 1923’te alınmış olsa da, nüfus hareketliliği Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilmesiyle eş zamanlı, 1922’de başlıyor. Mübadele “resmen” başlayana kadar Anadolu Rumları mülteci olarak Yunanistan’a gidiyor, Yunanistan Müslümanlarının hareketliliği resmi Mübadele kararından sonra. Yani bizimkiler, Ocak 1923 ile 1924 sonu arasında bir zamanda yola koyulmuşlar.
“Balkanlar daha Hristiyan, Anadolu daha Müslüman oldu”
Kemal Arı, Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç kitabında anlatıyor: “Yunan ordusunun yenilmesinin ardından 1922’de, birkaç ay içinde 650 bin Anadolulu Rum can güvenliği endişesiyle, Türkiye’den Yunanistan’a göç etmek için yollara düştü.”
O zamanlar Toronto Daily Star adına Türkiye’de muhabirlik yapan Ernest Hemingway’in Trakya İzlenimleri durumu sarih bir şekilde anlatıyor. Tren istasyonlarına yığılmış binlerce Anadolulu Rum, yürüyerek sınıra ulaşmaya çalışan kadınlar, çocuklar, kaçmaya çalışan on binlerin arasında kol gezen salgın hastalıklar… American Women’s Hospital adına Fransa, Türkiye, Ermenistan ve Yunanistan’da doktor olarak geçirdiği günlerinden anıları 1927 yılında Certain Samaritans başlığıyla yayınlayan Dr. Esther Pohl Lovejoy, 1922 yılı Eylül ayında İzmir’de. 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesinin ardından, “Yunan’ı denize döktük” diye tarih kitaplarına geçen Yunan ordusunun İzmirli Rumlara etkisini kişisel tanıklığıyla anlatıyor: “İzmir’deki bütün Amerikalı kadınlar 13 Eylül gecesi İzmir Amerikan konsolosuyla birlikte bir gemiyle Yunanistan’a doğru İzmir Limanı’ndan ayrıldılar. Ben İzmir’de kalan tek Amerikalı kadındım. Eylül ayının son haftasında İzmir’in Rumlardan ‘boşaltılmasına’ tanıklık ettim. Yangın 13 Eylül’de başladı, o andan itibaren İzmir’de Müslüman olmayanların sığınacağı hiçbir yer, hiç kimse yoktu. On binlerce insan çaresizce limana ulaşmaya çalışıyordu. Limandaki gemilere öncelikle kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve hastalar alınıyordu, aileler parçalandı.”
Lovejoy devam ediyor: “Hristiyan nüfusun Türkiye’den exodus’u[1] insanlık tarihinin en büyük göçlerinden biriydi. Hristiyanların exodus’u aslında zayıfların exodus’uydu.”
1922-1923 sürecini dikkatlice okuyunca, Mübadele kararının bir “zaruret” olduğunu düşünenler olacaktır, evet ama ulus-devlet inşasında çok işe yarayan bir zaruret olduğunu da atlamamalı. Bruce Clark’ın Twice A Stranger’daki son derece yerinde tespitiyle; “Balkanlar daha Hristiyan, Anadolu daha Müslüman oldu” Mübadele’yle birlikte.
Küçük Asya Rumlarının can korkusuyla kendilerini 1922 itibariyle denizden ya da karadan Yunanistan’a atmaya çabalarken, Bruce Clark “bütün bu olan bitene rağmen 1922’de bile Anadolu’daki Rum ve Müslümanların ilişkileri henüz tam kırılmamıştı” diyor. Acaba o sıralar henüz Drama’da yaşayan benim küçük göçmen ailem nasıl etkilenmişti olan bitenden? 1922’de 600 binden fazla Anadolulu Rum, topraklarından çıktı ama gitmek isteyen en az bir o kadar daha insan vardı. Yunanistan’ın gelenlere yer açması gerekiyordu, Türkiye’nin de gidenlerden boşalan köyleri, kasabaları doldurması. Rumların gidişiyle, kurulmakta olan cumhuriyetin ekonomisi, ticareti, tarımı epeyce yara aldı ama anlaşılan bundan pek de şikâyetçi olan yoktu.
Aytek Soner Alpan “Orak, Çekiç ve Mübadiller” başlıklı makalesinde rakamlarla anlatıyor dönemi: “1919’da Batı Anadolu’daki toplam 3 bin 300 imalat sanayi işyerinin yüzde 73’ü Rumlara ait. Bu işyerlerinde istihdam edilen 22 bin işçinin yüzde 85’i gayrimüslim.”
Kemal Arı ise şöyle yorumluyor Büyük Mübadele’de: “Hem ticarette hem de sanayi ve hizmet sektöründe geçmiş dönemlerde azınlıkların, özellikle de Rumların ne denli önemli bir yer tuttukları biliniyordu. Rumların Türkiye’den ayrılışlarıyla bu alanlarda büyük bir boşluğun ortaya çıktığı görüldü. Bu durum, Türklerin söz konusu alanlara girmesine ortam yarattı; böylece ekonomide ulusal denetimin kurulması kolaylaştı, ulusalcı nitelik güçlendi.”
Mübadele çalışan akademisyenlerin üzerinde durduğu noktalardan biri de, iki tarafa da “gidenlerin” gittikleri yerin toplumsal yapısına nazaran daha bilgili, daha eğitimli olmaları, bu da ilk zamanlar bir avantaj olarak görülse de ilerleyen zamanlar da tabii ki sorunlara sebep oluyor.
Nansen Planı
1922’nin “düzensiz nüfus hareketi” ve mülteciler, sahneye Milletler Cemiyeti’ni ve cemiyet adına Mübadele planını tasarlayan Fridtjof Nansen’i çıkarttı. “Nansen aslında bu fikri Balkan Savaşları’nın ardından, bir daha benzer gerekçelerle savaş çıkmasını önleyebilmek için ortaya atıyor, iki ülke de fikre sıcak bakıyor ama Birinci Dünya Savaşı çıkınca fikir rafa kalkıyor” diye anlatıyor Ahmet Emin Yalman, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye kitabında.[2] Nansen, Mübadele tasarısıyla 1923’te Nobel alıyor, ne fena... Türkiye, Nansen’in tasarısına İstanbul Patrikhanesi’ni de “göndermek” için İstanbul’u da dâhil etmek istiyor ama sonunda İstanbul, İmroz ve Bozcaada Rumlarıyla Batı Trakya Müslümanları “yaşadıkları şehirlerden başka yere taşınmama” şartıyla Mübadele dışı tutuluyorlar. Ali Naci Karacan’ın Lozan kitabından anladığımız, bu mesele masada epey tartışılıyor.
Nenelerimin ve dedelerimin kasabası Drama ise Mübadele kapsamında. Drama çoğunluğu Müslümanlardan oluşan, Türkçe konuşan, ekseri tütüncülükle uğraşan eski bir Osmanlı kenti. Bizim aileye dair beş kız kardeşin hemfikir olduğu konulardan biri ailenin Drama’da tütüncülük yaptığı. Tütünden bakınca Ege’ye gelmeleri “en azından bildikleri işi yapmışlardır” hissi veriyor ama tam da öyle olmamış, çünkü işin içine tütünle birlikte zeytin de girmiş.
Nansen Planı kâğıt üzerinde net, kesin çizgilerle belirlenmiş ama hayat öyle ilerlemiyor tabii, hele ki yüz binlerce insandan söz ediyorsak. Plana göre, mübadillerin en değerli belgesi “Mal Bildirimi Beyannamesi”. Sistem şöyle işliyor: “Mübadil adayı” olarak, bölgenizde kurulan Takdir-i Kıymet Komisyonu’na gidiyorsunuz, taşınmaz mallarınızı tapularıyla beyan ediyorsunuz. Komisyon mallarınıza değer biçiyor, kayda geçiyor, tapularınızı komisyona veriyorsunuz, karşılığında Mal Bildirimi Beyannamesi’ni alıyorsunuz. Yol boyunca, en dikkatle korumanız gereken evrakınız bu, tabii mülkünüz varsa.
Mal Bildirimi Beyannamesi
Resmi kayıtlara göre Mübadele kapsamında Yunanistan’dan Türkiye’ye 500 bin kadar insan geldi. Muhtelit (Karma) Mübadele Komisyonu’na teslim edilen beyanname sayısıysa 120 bin. Bu rakam mülk sahiplerinin, yani kaba bir deyimle aile reislerinin sayısı, zira kadınların ya da çocukların mülk sahibi olması doğal bir durum değil. Bu beyanname ve sonrasında ortaya çıkan “paylı” tapular yıllar sonra mübadil ailenin Türkiye’de doğan çocuklarının miras paylaşımlarında ciddi sorunlara neden oluyor.
Gelen bunca insanı “gidenlerin yerine” bildikleri işlere, bildikleri tarlaya, bahçeye yerleştirmek ülke çapında çok büyük, sistematik bir çalışma gerektiriyor ve tabii ki gerektiği gibi yapılamıyor bu çalışma. Yarısı misal Samsun’a, yarısı İzmir’e giden parçalanmış aileler huyunu suyunu bilmedikleri toprakla, bağla, bahçeyle baş başa kalan göçmenler… Bir de mülk sahibi olmayan, “beyannamesiz” gelenlerin hali var: Bataklık kurutmada, yol yapımında, madenlerde çalıştırılan zorunlu işçiler, ucuz emek o zamanlarda da göçmenlerin.[3]
Kim nereye yerleştirilecek? Doğal olarak en büyük mesele bu. Dönemin Mübadele İmar ve İskân Vekili Celal Bayar “Adaya koyamayız, yanık yere koyamayız, baştan aşağıya memleket yanık ve haraptır, nereye koyacağız?” diye yakınıyor. Aytek Soner Alpan “Meskinides ve Nüfus Mübadelesi Üzerine” başlıklı makalesinde dönemin mebuslarından Hamdullah Suphi Tanrıöver’in tepkisini aktarıyor. Tanrıöver, Yunanistan’dan gelen ve anadili Rumca olan mübadillerin Ege ve Akdeniz kıyılarına yerleştirilmemesi konusunda ısrarlı uyarılarda bulunuyor, “çocuklarına Rumca ninniler söyleyen Giritli muhacirlerin ileride milli birlik ve güvenlik hususlarında, potansiyel tehdit olduğunu” vurguluyor.
Nereye “konacakları” belli değil, mal mülk dağıtımı hakkaniyetli değil. Bir anda kendilerini bambaşka bir ülkede bulan yüzbinlerce insan... Çağlar Keyder, Milli Mücadele sonrası Rum ve Ermenilerin geride bıraktıkları mülklere ve ekonomik olanaklara el konulmasının 1920’lerde yerli bir kapitalist sınıfın palazlanmasında önemli bir etken olduğunu söylüyor. 100 yıl sonra bakınca, haksız mı Keyder?
Kız kardeşlere sorduğum sorulardan biri de bu mal mülk meselesiydi tabii ki. Malları, mülkleri var mıydı? Mal Bildirim Beyannamesi’ni duymuşlar mıydı? Cevaplar net: Beyannameyi duyan yok. Drama’daki mala mülke dair rivayet muhtelif: “Yoksul kasabalılar” da olabilirler, “hali vakti yerinde, büyük, bahçeli bir evde de oturanlar” da. Söke kısmı daha net: Ev, zeytinlik, bağ ve tütün tarlası veriliyor. Drama’ya dair kız kardeşlerin rivayeti muhtelif olsa da, Söke’de verilen bağa, bahçeye, eve bakılırsa, herhalde benim küçük göçmen ailem, kendi yağında kavrulan bir çiftçi aileydi. Aslında hem Drama’da hem de Söke’de üzüm, zeytin ve tütün var ama kız kardeşler Drama’da sadece tütünle uğraştıklarından eminler ailenin. Zeytin kolay iş değildir, onu bilirim, muhtemelen tütün de. Sonuçta “tarım, çiftçilik işte” denebilir de, olmaz işte. Hepsinin ardında hayat bilgisi var, yılların deneyimi var, hepsi “yeniden öğrenmek” demek. Yer yer çıktı karşıma anlatılarda, gelenlerin hepsi zeytinden anlamıyor misal, 1924-1925’te Ege’de zeytin rekoltesinde ciddi sıkıntı yaşanıyor. Nenem ile dedem acaba bilebildiler mi zeytinle ne yapacaklarını? Ama daha var gelmelerine, daha Drama’dayız.
“Bir mülteci kampı gibiydi”
1922 itibariyle Anadolu Rumları Yunanistan’a doğru hareketlenince, bu kez can korkusu, güvenlik endişesi Yunanistan Müslümanlarına geçiyor. On binlerce insan mübadele uygulamasını beklemeden, başta Selanik olmak üzere Yunanistan’ın kıyı kentlerine toplanıyor. İnsanlar sokaklarda yatıp kalkmaya başlıyorlar Yunan sahillerinde. Drama’daki ailemin nasıl geldiklerini, ne zaman yola çıktıklarını bilmiyorum, çünkü kız kardeşler bilmiyor. Mübadele kararından önce korkup limanlara gittiklerini sanmıyorum, çünkü Söke’ye geldiklerinde mülk edindiler, demek ki “resmi süreci” takip ettiler. Ama karardan sonra hareket ettilerse bile, o yollar kolay değil, bu kesin.
Kemal Arı’nın aktarımından şunu biliyoruz: Drama’nın arazi yapısının dağlık, yollarının da pek engebeli olması nedeniyle, köylerden kalkıp, sürüleriyle yola çıkan çiftçiler pek çok zorlu koşulu aşmak zorundaydı. Bruce Clark ise 1923 ortalarındaki Drama’yı “bir mülteci kampı gibiydi” diye tasvir ediyor: “Anadolu’nun farklı yerlerinden, kaostan kaçan Rumlarla doluydu kasaba.” Anadolu Rumları henüz mübadele resmi olarak başlamadan Drama’ya gelmiş ve anlatılanlardan belli ki, çok zor koşullarda yaşıyorlar. Göçmen ailemin Drama’dan ne zaman yola çıktıklarını bilmiyorum Clark’ın “mülteci kampı gibi” diye tarif ettiği Drama’yı gördüler mi, çok merak ediyorum.
Nuri Adıyeke, “Drama Cemaat-i İslamiye Kurumu ve Mübadeleye Hazırlık Faaliyetleri” makalesinde, Dramalı Müslümanların kasabaya gelen Anadolulu Rum mültecilere nasıl yardım ettiklerini anlatıyor. Bu yardımın pek de dikkate alınmadığını görüyoruz. Adıyeke’nin anlatımından, 1923 yazının Drama’daki Müslümanların mübadelenin ölümcül zorluklarıyla karşılaştıkları “an” olduğunu anlıyoruz.
Nansen’in mübadele kurallarına göre, kâğıt üzerinde tabii, mübadiller kendilerine gösterilen kente, kasabaya, eve gitmek zorundaydılar. Ama insanları “mübadeleye” ikna etmek için pazarlıklar yapılıyor. Özellikle Selanikliler İzmir ya da İstanbul’a “yerleşme şartıyla” ikna oluyorlar. Ama misal, böyle bir kafile, kendini Samsun Limanı’nda bulunca ciddi olaylar çıkıyor. Kâğıt üzerinde, gittikleri ülke yönetiminin işaret ettiği yeri kabul etmezlerse, mal beyannameleriyle elde ettikleri hakkı iskândan vazgeçmeleri, yani kendilerine verilecek bağdan bahçeden feragat etmeleri gerekiyor. Böyle bakınca, bizimkilere “ilk gösterilen yer”in Söke olduğunu varsayabiliriz.
“Unutma” arzusu
Beş kişilik göçmen ailemde Drama’daki hayattan bir eşya, bir hatıra, herhangi bir şeyin izini bulamadım. Kızlardan biri bu “anısızlığı” şöyle anlatıyor: “Drama’dan getirilen bir şey bilmiyorum, belki nenemlerde vardı da, göstermek akıllarına gelmedi. Belki konuşulmayan konunun hatırasını da göstermeye gerek yoktu onlara göre. Nenem, dedem, teyzemler hiç konuşmazlardı. Mübadele lafını çok sonradan duydum. Macir’di onlar.” Kız kardeşlerden hiçbiri Drama’yı anımsatan bir eşya, anı hatırlamıyor, yanlarında getirdikleri eşyalar varsa bile, belli ki hiç konu olmamış.
Dramalıların dili Türkçe, bizimkiler Türkçe konuşuyor. Din ise, benim eskidendir “Ege usulü Müslümanlık” dediğim, düşündükçe aslında “Drama usulü Müslümanlık” olduğunu anladığım “modern bir İslam.” Tayyibe nenem, ben tabii hiç görmedim, bağlarmış başını ama onun kızları daha “rahat”. Namazın pek kılınmadığı, orucun hastalık ya da ilaç nedeniyle vazgeçilebilir olduğu, kadınların epeyce rahat yaşadığı, başörtüsünün pek de kullanılmadığı ama Ramazan sofralarının kurulduğu, aşurelerin kaynatıldığı bir Müslümanlık. Kaybın ardından ritüeller de Anadolu’dan azıcık başkaca. Kızlardan biri anlatıyor: “Göçenin ardından, seviyordu diye kavun, karpuz ya da pide dağıtılırdı.” Diğer kız başka anımsıyor: “Definden sonra pide dağıtılırdı, yedi gün dualar okunduktan sonra kavrulurdu helva. Kırkında lokma dökülürdü, 52’de mevlit okunurdu.”
Bizimkiler Türkçe konuşuyor ama tabii ki araya bir sürü Yunanca kelime karışmış. Lehçe Anadolu lehçesi değil, “ah be”ler, “e be”ler, havalarda uçuşuyor. Kız kardeşlerin anımsadıkları Yunanca kelimeleri sordum, minikten bir sözlüğüm bile oldu. Bizimkiler gelince dilden yana sıkıntı çekmedi anlaşılan ama durum herkes için öyle değil. Bazı yerlerden gelen Müslümanların ana dili Yunanca. Giritliler ve Patriyotlar misal, hiç Türkçe bilmiyorlar, ancak Türkiye’ye geldikten sonra öğreniyorlar. Herkes de değil, daha ziyade gençler... Ben, misal, kuzenimin Giritli babaannesinin Giritli Rumcası konuştuğunu hatırlıyorum hayal meyal. Ama kuşaktan kuşağa geçmedi dil ne yazık ki, Yunanistan’da durum farklı değil. Bruce Clark, Twice a Stranger’da Yunanistan’a gelen Anadolu Rumlarının dil meselesinin ciddi olduğunu anlatıyor: “Mesela Megalo Şirini’de belediye başkanı Türkçe öğrenmek zorunda kaldı, polis Türkçe-Yunanca tercüman olmadan çalışamaz hale geldi.”
Kız kardeşlere sorularım arttıkça, yanıtlar benzeşmeye başladı: “Bilmiyorum”, “Konuşulmazdı”, “Sormak hiç aklıma gelmedi.” Ben bu “anlatmamanın”, “bilmemenin” ardında “unutma” arzusu olduğunu hissediyorum. Yaşananlar hiç kolay değil. Bir anda kendini evin bildiğini, toprağın bildiğin yerden yollara düşmüş buluyorsun. Huyunu, suyunu, töresini, âdetini bilmediğin yepyeni bir ülke, yepyeni bir coğrafya, yepyeni bir toprak. Bir de gittiğin yerin yerlisini “onlardan olduğuna” ikna çabası.
Euripides “Dünyada insanın ait olduğu toprağı kaybetmesinden daha büyük bir acı yok” demiş, doğru demiş bence. Anneannem Emine 80’li yaşlarında, yeşil gözlerinde boncuk, boncuk yaşlarla “Drama” diye aslında hiç bilmediği, hiç hatırlamadığı kasabasını anardı. Kızlardan biri “keşke’yle” anlatıyor: “Annem Drama’yı anlatmak istediğinde sanki hayıflanırdı. Anlatılanlardan, kulaktan kulağa fısıldanan bir geçmiş yaratmıştı. Zaten bir şey hatırlaması beklenemezdi, daha üç yaşındaymış. Annem sağlıklı ve seyahat edecek zamanlarındayken, onu götürmeye imkânlarımız elvermezdi, mümkün olduğu zaman da artık onun için çok zordu, yapamadık.” Bu “yapamadık” kız kardeşlerle birlikte, torun olarak benim de içimde yara, olmadı, götüremedik Emine’yi Drama’ya. Anneannem anımsamadığı ama dinlemekten ezberlediği Drama’yı göremeden göçtü gitti.
Macirlik
Küçük ailemin Söke’ye geldiğinde ne yaşadığını bilmiyorum ama 1940’lardan itibaren takip edebiliyorum. Mübadeleyle Türkiye’ye gelenlere yerlilerin hitabı “yarı gavur”, Yunanistan’a giden Rumlaraysa “Türk tohumu.” Karadeniz Rumları Yunanistan’da fıkraların, kötü şakaların başrollerinde. Giritli Müslümanların mutfak kültüründe çok ot yeniyor diye yerliler akıllarınca dalga geçiyor: “Hayvanlarımıza ot kalmayacak.” Gelen Müslümanlar yerleştirildikleri şehirlerde, kasabalarda pek de öyle sevinçle karşılanmıyorlar. Planı yapanlar, “mübadeleyi tasarlayanlar”, mübadeleyle yer değiştireceklerin bir “eve dönüş” hissi yaşayacaklarını varsayıyorlar ama pek öyle olmuyor işte. Kasabalarda mahalleler ayrışıyor, camiler ayrışıyor, su çekilen kuyular bile ayrışıyor.
Anneannem Emine 1948’de, 28 yaşındayken evlendiğinde “yerli” biriyle evlenen civardaki ilk mübadillerden. Mübadelenin üzerinden 25 yıl geçmişken... 28 yaşın o dönem bir kadın için “geç evlilik” olduğunu da anımsayalım. Anneannem 25 yıl sonra ilklerden ama 25 yılı boş verin, hala yerli-mübadil vurgusu varmış Söke’de. Kızlardan biri anlatıyor: “Amcamın torunlarından biri, 30’larında nişanlanacak, ‘kimlerden?’ diyorum. ‘Söke’nin yerlilerinden’ diyor. Yerli olmak çok önemli bizimkiler için, on-on beş yıl önce oldu bu.” Diğer kız anımsıyor: “Macirlik, macir laflarını hatırlıyorum ama pek de makbul bir şey değildi, onu anlıyordum.” Kızlardan bir diğeri şöyle anlatıyor: “Daha küçüğüm. Okula gitmiyorum. Sokakta oynuyorum. Annem gibilere ‘gâvur’ dendiğini öğreniyorum. Anneme ‘sen gâvurmuşsun’ diyorum. Annem çok üzülüyor, anlıyorum ama hiçbir şey demiyor.” Bu iki kız kardeş arasında 12 yaş fark var, “gâvur” lafını duyan küçüğü. Tahminim, 1960’ların Kıbrıs milliyetçiliği dalgasının Söke’ye de uğradığı, “gâvur” lafının dolap diplerinden yeniden çıkarılıp, “macir”in yerini hemencecik aldığı.
Kız kardeşlerden cevaplar geldikçe (ya da gelmedikçe) sorularım arttı. Merakım anneannemin çekirdek ailesinden geniş ailesine sıçradı. Öyle ya, beş kişiden ibaret olmazlardı, geniş aile kimdi? Neredeydiler? Son birkaç aydır hakkında düşündükçe içimi kıpır kıpır eden, hayatta en çok merak ettiğim insan ve kırıntılardan ibaret hikâyesi de böyle çıktı karşıma: Dramalı Ahmed Efendi. Tayyibe nenemin babası, anneannem Emine’nin dedesi, benim de büyük büyük dedem. Birkaç ay öncesine kadar adını bile bilmediğim, şimdiyse torunu olmaktan anlatması (ve anlaşılması) zor bir gurur duyduğum Ahmed dedem. Hakkında bildiklerim henüz çok az, dedim ya küçük kırıntılar. Şu kapalılık halinden kurtulunca ilk işim bu hikayenin peşine düşmek! Ahmed dedemin izini süreceğim.
Dramalı Ahmed Efendi
Ahmed dedem, Drama’nın okumuşlarındanmış. Hocaymış, müderris diye anılırmış. Drama, Kavala, İstanbul ve Mısır’da okumuş. Ne okuduğunu bilmiyorum ama İslam ilimleri olduğunu tahmin ediyorum. Ahmed dedem, karısı Katişah (ya da Kadınşah) nenemle birlikte Drama’da yaşıyormuş, tütüncüymüş. 1910’da Kavala Tütün Kongresi’ne Drama delegesi olarak katılmış.
Biri bana sorsaydı birkaç ay önce “büyük büyük deden okuma yazma bilir miydi?” diye “yok ya, nereden bilecek, hiç sanmam” derdim. Anneannem Emine mesela, ilkokul üçüncü sınıfa kadar okumuş, sonra kızlardan birine göre tifodan, diğerine göre kansızlıktan “saçkıran” olmuş, saçları dökülmüş. “Kel Emine” diye dalga geçmişler, üzülüp bırakmış okulu. Kansızlık mübadillerde çokmuş bu arada. Kızlar diğer teyzelerinin ilkokulu bitirip bitirmediklerinden emin değiller, rivayet muhtelif. Anneannemler bile anca ilkokula gitmişken, anneannemin dedesinin okumuş biri olacağını düşünemezdim ama anlayacağınız, öyleymiş. Hatta epeyce okumuş, kitap seven hem de belli ki çok çok seven birisiymiş Ahmed dede. Aile hafızasında kaldığı kadarıyla aydın, akıl danışılan birisi. Nuri Adıyeke’nin “Drama Cemaat-i İslamiye Kurumu” makalesini okurken “Acaba Ahmed dedem var mıydı bu ekipte?” diye düşündüm haliyle. Bir sürü Ahmed var listelerde, belki birisi de büyük dedem Ahmed’di, kim bilir?
Ahmed dedemin hikâyesinin beni yerimden zıplatan kısmı kitaplar. Dedemin hikâyesini anlatabilmem için Nansen Planı’nın yolculuk koşullarına dönmeliyim. Planın yolculuk kısmı net. Göçmenler kendi yol paralarını karşılıyorlar. Çocuklar ücretsiz seyahat ediyor. Her ailenin yanına yüz kilo eşya alma hakkı var. Hayvanlarını da yanlarına almak isteyenler ilave para ödemek zorunda. Bilet meselesi de kolay değil. İlk önce, Mübadele’nin özel vapur şirketleriyle yapılmasına karar verilmiş, sonra Meclis’te seferlerin özel sektöre verilmesine karşı ses yükselmiş. Bunun üzerine Seyrüsefer İdaresi’nin çok bilinen Gülcemal Gemisi de dâhil 16 gemiyle Yunanistan Müslümanlarının taşınması başlamış. İdare, göçmenleri “asgari” fiyatla taşıyormuş, yardıma gereksinimi olanlardan para almamış.
Mesele Türk lirasında çıkmış. Seyrüsefer İdaresi biletleri Türk lirasıyla satıyor, hâliyle Yunanistan Müslümanlarının elinde Türk lirası yok, Yunan drahmisi var. 1920’lerdeyiz. Her köşe başında döviz büroları yok. Duruma her zamanki gibi ilk olarak kapitalizm uyanıyor. American Express limanlara döviz büfeleri kuruyor, drahmiler komisyon karşılığı liraya çevriliyor, biletler alınıyor.
Beş kişilik küçük ailemin de geniş ailemin de ne zaman yola çıktığını bilmiyorum ama 1923-1924 kışının çok sert, çok soğuk olduğunu herkes yazmış. Hava şartları deniz yolculuğu için hiç uygun değil. Bizimkiler kim bilir hangi mevsimde yola koyuldular? Gemiler çoğunlukla balık istifi. 1915’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nin İstanbul Büyükelçisi olan ve Mübadele’de Yunanistan’da insani yardım faaliyetleri yürüten Henry Morgenthau tanıklığını aktarırken “iki bin kişilik gemilerde yedi bin kişi olduğunu gördüm” diyor. Yolculuk hava koşullarının da sertliğinden misal Selanik’ten İzmir’e ya da tersi, on gün sürüyor.
1924 baharında, Girit’e göçmen taşımaya giden Ümit gemisi batıyor, bereket, içinde yolcu yokken. Yol zor, yolculuk zor. American Express falan derken konforlu bir gemi yolculuğu hayal etmeyin sakın. Hem gemiler kapasitelerinin çok üzerinde yolcu taşıyor hem de tifodan, koleraya salgın hastalıklar kol geziyor. İzmir Limanı’na gelen gemiler, göçmenler karantinaya alınıyor, karantina bölgelerinde hastaneler kuruluyor. İzmir’de bir semtin adının Karantina olduğunu anımsatayım. Dönemin koşullarında cüzzam da ciddi sorunlardan biri. Aytek Soner Alpan “Meskinides ve Nüfus Mübadelesi Üzerine” makalesinde, Giritli cüzzamlıların karşılaştığı “hâli” anlatıyor. Girit’ten mübadeleyle gelen kalabalık bir cüzzamlı kafilesi, 18 Mart 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla Erzurum’a bağlı Pasinler’e bir saat mesafedeki Meryem Ana Manastırı’na yerleştiriliyorlar.1925’te, Erzurum’daki bir Ermeni manastırının neden Emlak-ı Milliye’ye ait olduğunu anlatmaya herhalde gerek yok.
İzmir Limanı’na geri döneyim. Başlarda gemiler coşkuyla karşılanıyor. “Yerliler”, karantinadaki göçmenlere yiyecek, içecek getiriyor. Misal, İzmir Yahudi cemaati göçmenlere karantina sırasında tütün ve sigara dağıtmayı üstleniyor. Ancak bir süre sonra, tahminim bitmek bilmeyen gemiler nedeniyle coşku sönümleniyor, göçmenler bir başlarına kalıyor. Anlayacağınız, 1923-1924’te mübadiller için öyle “gemilere bindik, İzmir’e indik” gibi romantik yolculuk hikâyeleri pek de mümkün değil. Yol belli, yanınıza alabileceğiniz eşya miktarı belli, koşullar belli, yolun sonunda karantina olacağı belli.
İşte benim Dramalı Ahmed dedem, bu koşullarda, nasıl yaptı, nasıl becerdi meçhul, düşünüyorum, düşünüyorum aklım almıyor, yanında kitaplarını getiriyor. Az buz değil, 895 tane kitap! Kitapların hangi koşullarda geldiğini bilmiyorum, yolculuk koşullarını okudukça, ancak tahmin edebiliyorum, kesinlikle çok zor. Dedemin 895 kitabı için şöyle basit hesaplar yapıyorum: 895 kitap, hadi diyelim küçük kitaplar, iyi ihtimal 300 kilo falan tutar. Yolcuların eşya taşıma limitini anımsayalım, dedem muhtemelen kitapları için yüksekçe bir “ekstra bagaj parası” ödedi. Demek ki parası varmış ya da var olan azıcık parasını kitaplarından ayrılmamak için harcamış. Bilmiyorum. Ama farkındaysanız, hemen hemen hiçbir şey bilmediğim “kitapların yolculuğuna” dair kati bir bilgim var: 895 kitap!
895 kitabın hikâyesi
Dramalı Ahmed Efendi’ye ait 895 kitap, geniş ailemizin Akhisar kanadını açıyor önüme. Yine hiç bilmediğim yeni bir kol. Meğer Tayyibe nenemin babası Ahmed Efendi ve annesi Katişah Hanım, Mübadele kapsamında Akhisar’a yerleştirilmiş. Hem nenemin hem de Ahmed Efendi kanadının Drama’dan çıktığı kesin. Meğer benim küçük ailem de yolda parçalanmış, bir kısmı Akhisar’a, bir kısmı da Söke’ye gelmiş. Mübadele’ye dair sormaya başlayana kadar Akhisar’a dair bir kelime duymuşluğum yoktu aile hikâyesinde. Bu tam sürpriz oldu benim için. Kız kardeşler çocukluklarından Akhisar’dan Söke’ye gidip gelen hısım akraba hatırlıyorlar, Ahmed dede ve Katişah neneyi bilen yok. O kadar konuşmamışız ki bunları, Akhisar tarafını 45 yaşında duydum.
Ahmed dedem, Akhisar’a yerleşmiş, ne zaman bilmiyorum ama bir zaman, 895 kitabı Akhisar Kütüphanesi’ne bağışlamış. Zaten biz de kitaplardan böyle haberdarız. Keşfi yapan benimkilerden biri, kız kardeşlerden yani, teyzem. Teyzem, kitapların ve bağışın hikâyesini duyunca peşine düşüyor kuzenleriyle birlikte. İstikamet, Akhisar Kütüphanesi. Dedemin bağışı, yine ne zaman (-şimdilik) meçhul, kitaplar daha sonra Manisa Yazma Eser Kütüphanesi’ne devredilmiş meğer. Bu defa istikamet Manisa. Bu ziyaretler hikâyeye yeni kırıntılar ekliyor.
Manisa Yazma Eser Kütüphanesi’nde Dramalı Ahmed Efendi Vakfiyesi diye bilinen bu 895 kitabın çoğu 300-400 yıllıkmış, pek çoğu el yazmasıymış. Kitaplara dair ufak bir paylaşamama öyküsü bile var. Bir zamanlar Konya Kütüphanesi koleksiyonu kendi bünyesine almak istemiş. Manisa Kütüphanesi, Akhisar Kütüphanesi ve Celal Bayar Üniversitesi kamuoyu yaratıp, koleksiyonun şehirden çıkmasını engellemişler. Kızlardan biri koleksiyondan sadece iki kitabı görmüş. Ahterî-i Kebîr[4] ve Ġunyetü’l-mütemellî fî şerḥi Münyeti’l-muṣallî.[5] Ahterî-i Kebîr’in üzerindeki mühürde “Dramalı Ahmet Efendi Vakfı bağışıdır” yazıyormuş. Teyzemin korumalar eşliğinde ancak uzaktan görebildikleri bunlar.
Nuri Adıyeke, Drama Cemaati İslamiye’nin Mübadele öncesi Drama’daki İslam eserlerinin İstanbul’a nakline dair ayrıntılar veriyor, kitap sayıları, gelen eserlerin içeriği... Ama belli ki Ahmed dedeminki kendi kitapları, zira yanında hepsi. Anadolu Rumlarının da benzer bir şekilde giderken kiliselerinin, okullarının kitaplarını, kutsal eşyalarını, ikonalarını geride bırakmayıp taşıyabildikleri ölçüde yanlarında götürdüklerini biliyoruz. Hâliyle, herkes yanına en kıymetlilerini alıyor, en azından almaya çalışıyor.
Şimdilik Ahmed dedemle ilgili bildiklerim bu kadar, ne kadar daha öğrenebileceğim meçhul ama elimden geleni yapacağım. Ne küçük göçmen ailemle ilgili ne de geniş ailemle ilgili sorularımın çoğuna yanıt bulamadım, evet ama belki zaman içinde yeni kırıntılar bulurum, kitaplar beni bir yerlere ulaştırır, belli mi olur?
Sorular, sorular...
Mübadele’yi okudukça, milyonlarca insanın hayatının nasıl ters düz olduğunu daha iyi anladım. Bu sadece Dramalı Ahmed’in, Tayyibe’nin ya da üç yaşındaki Emine’nin hikâyesi değil. Bruce Clark, 1913-1923 arası, bugünkü Türkiye coğrafyasında yüzde 20 olan Hristiyan nüfusunun yüzde 2’ye düştüğüne dikkat çekiyor. Kemal Arı, bugünkü nüfusunun yüzde 40’ının göç olgusunu yaşamasına karşın çalışmaların azlığını vurguluyor. Ben bile küçücük göçmen aileme dair neredeyse hiçbir şey bulamamışken, kocaman kalabalıkların tarihi bunca zaman sonra nasıl yazılır?
Şimdi aklım doğduğu, büyüdüğü, işlediği, bildiği toprağı bir anda terk etmesi emredilen Dramalı Ahmed dedemde. Yanına en değerli eşyalarını, kitaplarını alarak bir bilinmezliğe doğru yola çıkan o adamda. Düşünüyorum, doğru yapmış. Ben de olsam, bir yolunu bulup, kitaplarımı almak isterdim yanıma. Belki de kitaplara düşkünlüğüm bana tanımadığım Ahmed dedemden mirastır. Gerçi ben pek sevmem kitaplarımı paylaşmayı, o hepsini bağışlamış. Kim bilir belki zamanla ben de onun gibi olurum. Kitapları düşündükçe aklımda yeni sorular: Acaba bütün kitaplarını getirebildi mi yoksa geride bıraktıkları oldu mu? O balık istifi gemi yolculuğunda nasıl korudu kitaplarını? İzmir’den Akhisar’a nasıl geldi kitaplar? Onlara verilen eve sığdı mı onca kitap, yoksa sığışamadıklarından mı kütüphaneye gitti kitaplar? Ahmed dedem acaba Akhisar’a geldikten sonra kitap almaya devam etti mi? Sorular, sorular...
Ve Ahmed dedem, torunu Emine’nin, 12 Eylül’de darbenin gazabından korumak için kızı Nadire’nin kitaplarını mübadele mülkü zeytinliklere gömdüğünü görse, bilse ne derdi? Tahminim, “Aferin kızım” derdi. Kitapları gömerek de olsa kurtardığı için torunuyla gurur duyardı. Benzerini, neredeyse 60 yıl önce yaptığı için, o bilinmez karanlık bir yolculuğa çıkarken kitaplarını kurtardığı için.
Aytek Soner Alpan, “Böyle bir şey insanın aklına nasıl gelir, anlamıyorum!” başlıklı adını da bir mübadilin Mübadele kararına çok haklı tepkilerinden alan makalesinde, Mübadele kararını duyunca insanların neler söylediklerini alıntılamış: “Ne bu şimdi? Eşekler mübadele edilir, öküzler mübadele edilir”, “Hayvanlar mübadele edilir, nasıl olur da insanlar mübadele edilebilir?”
Doğru edilemez ama “olmaz” dediğimiz pek çok şey gibi bu da olmuş işte. İki ülkede iki milyon insanın hayatı masa başında değişmiş, çok zor koşullarda, sil baştan yeni hayatlar kurulmuş. Okudukça, “Mübadele olmasaydı Türkiye ve Yunanistan bugün nasıl olurdu?” diye düşünüyorum. Yakın zamandan iki “paha biçilemez” tespit/öneri durumu sarih bir şekilde özetliyor:[6]
11 Ekim 2008’de dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Mübadele’nin ulus-devlet inşasında önemli bir adım olduğunu vurguluyor ve soruyor: “Eğer Rumlar Ege kıyılarında kalsalardı, aynı ulus-devlet olabilir miydi?
Bir yıl kadar sonra, 17 Ağustos 2009’da Mümtaz Soysal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “öneriyor”: “Nüfus mübadelesi Türkiye’nin geçmişinde birçok problemi çözdü. İleride bu çözüm Türkiye’nin güney doğusunda yaşayan Kürtlerle Irak’ın kuzeyinde yaşayan Türkmenlere uygulanabilir.”
Teşekkür
Sorularımı yanıtladıkları ve benimle aile hikâyesinin peşine düştükleri için Emine’nin kızlarına, önerileri, düzeltmeleri ve eklemeleri için tarihçi Emre Can Dağlıoğlu’na ve tarihçi Emre Yalçın’a minnettarım. Olası tarihsel hatalar tarafıma aittir.
Fotoğraflar, bu yazının kaleme alınmasından sonra Çiğdem Mater’in teyzeleri tarafından aile arşivinden derlenirken, Manisa Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunmuştur.
Dipnotlar:
[1] Exodus: Çıkış. Musa Peygamber zamanında Yahudilerin Mısır’dan çıkışına dini bir referans veriyor Lovejoy.
[2] Yalman’a dikkatimi çeken Emre Yalçın’a teşekkür ederim.
[3] Zorunlu işçilere ve ucuz emek gücüne dikkatimi çeken Emre Can Dağlıoğlu’na teşekkür ederim.
[4] Ahterî mahlaslı lügat âlimi Muslihiddin Mustafa’nın yazdığı Arapça-Türkçe sözlük. Kaynak: İslam Ansiklopedisi
[5] Osmanlı âlimi, fakih İbrahim Halebî’nin tahâret ve namaz konularını Hanefî fıkhına göre ayrıntılı biçimde ele aldığı el yazması bir eser. Kaynak: İslam Ansiklopedisi
[6] Her iki alıntı da Aytek Soner Alpan’ın “But the Memory Remains” başlıklı makalesinden, çeviriler bana ait.
*Fotoğraflar, bu yazının kaleme alınmasından sonra Çiğdem Mater’in teyzelerinin çabalarıyla geniş aileden derlenmiştir.
Kitaplar:
- Kemal Arı, Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), Tarih Vakfı Yurt Yayınları
- Bruce Clark, Twice a Stranger: How Mass Expulsion Forged Modern Greece And Turkey, Granta Books
- Tuğba Eray Biber, Karadeniz Rumları ve Yunanistan, Yeditepe Yayınları
- Kemal Arı, Suyun İki Yanı: Mübadele, Tarih Vakfı Yurt Yayınları
- Ernest Hemingway, 1922 Türkiye Yazıları, Toronto Daily Star
- Renée Hirschon, Crossing The Aegean: An Appraisal of the 1923 Compulsory Population Exchange between Greece and Turkey, Berghahn Books
- Esther Pohl Lovejoy, Certain Samaritans, Macmillan Publishers
- George E. White, Bir Amerikalı Misyonerin Merzifon Amerikan Koleji Hatıraları, Enderun Yayınları
- Ali Naci Karacan, Lozan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Ahmet Emin Yalman, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Aytek Soner Alpan, But the Memory Remains: History, Memory and the 1923 Greco-Turkish Population Exchange, The Historical Review La Revue Historique, 2013 (Kitap bölümü)
Makaleler:
- Aytek Soner Alpan, Dönüm Noktasında Hayat ve Siyaset: Orak, Çekiç ve Mübadiller, Toplum ve Bilim, Sayı 112, 2008
- Aytek Sonar Alpan, Meskinides ve Nüfus Mübadelesi Üzerine, Toplumsal Tarih, Ağustos 2021
- Aytek Soner Alpan, Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlayamıyorum, Toplumsal Tarih, Ocak 2023
- Lozan / Ali Naci Karacan / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Nuri Adıyeke, Drama Cemaat-i İslamiye Kurumu ve Mübadeleye Hazırlık Faaliyetleri, Anadolu ve Balkan Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 2018
(ÇM/VC)