Oğuz Artan’ın aziz hatırasına, sevgiyle…
12 Eylül benim şahsi meselem. Keşke memleketin de şahsi meselesi olsaydı ama yüz binlerce insanın şahsi meselesi, onu biliyorum. O darbeyi yapanlarla, alet olanlarla, sessiz kalanlarla kişisel hesabım, hesabımız var. Dolayısıyla, 12 Eylül’le ilgili yazıları, çıkan her şeyi hemen okumaya gayret ederim. Ne yazık ki muhtemelen acıyı, kötülüğü yazmanın, anlatmanın zorluğundan, koca bir ülkenin üzerinden silindir gibi geçmiş, bugünlerde hâlâ maruz kaldığımız kötülüklerin öncülleriyle birlikte müsebbibi olan darbe, çok az yazıldı.
Bakırköy Kadın Cezaevi’ndeki koğuşumuzda, “kendime ait masamda”, Fethiye Çetin’in küçük ama çok kıymetli bir mücevher olan kitabı Zulamdaki Şiir’in son sayfasını okuyup derin bir soluk almamla sevgili Oğuz Artan’ın ölüm haberini almam arasında birkaç saat var, yok…
İlk gençliğimde annemin arkadaşıydı, ben küçüktüm, sonra benim de arkadaşım oldu Fethiye, o yüzden izninizle Fethiye diye devam edeceğim. Fethiye küçücük bir kitapta sanki bir dost sofrasında, yaşadıklarını zaman zaman gülerek, zaman zaman uzun duraksamalarla susarak, öfkesiyle, neşesiyle, üzüntüsü ve haklılığıyla, sanki çok iyi tanıdığı birisine anlatırcasına anlatmış 12 Eylül’ü. Ankara Emniyeti’nin “meşhur” işkencehanesi DAL’dan (Derin Araştırma Laboratuvarı) Mamak Cezaevi’ne, kaçaklık günlerine, çok içten, çok gerçek, çok şeffaf, (bence) darbe ve sonrasına dair pek sorulmayan, insanların sormaktan imtina ettiği pek çok soruyu olanca zarafetiyle soran, bu soruların yanıtlarını hep birlikte arayıp konuşmamıza zemin olmasını can-ı yürekten dilediğim bir kitap.
O soruları sormayı borçluyuz. 12 Eylül’ün o karanlık kötülüğüne maruz kalan herkese borçluyuz, mesela Oğuz’a. Hapishanede ölüm haberi almak kapatılmanın en fena taraflarından biri. Şu iki küsur yılda uğurlayamadığım kaç kişiyi kaybettim, gerçekten artık bilmiyorum. Bugün de Oğuz’u uğurlayamadım işte… Oğuz’la tanıştığımda çocuktum daha, onlu yaşlarımın başları olmalı. Oğuz beni severdi, ben de onu severdim. Oğuz İstiklal Caddesi’ni severdi, bir de pasta severdi. Ben de. Oğuz 12 Eylül vahşetinin hayatını kararttığı binlerce insandan biriydi. Darbe sonrası işkence ve cezaevlerindeki operasyonlar sağlığını almıştı elinden. 12 Eylül işkencelerinin, sorgu odalarının, Alemdağ Cezaevi bodrumunun bedeninde bıraktığı izlerle 65 yıl direndi. Oğuz’un ve binlercesinin hayatını, sağlığını, geleceğini elinden alan işkencecilerin hiçbiri -birkaç göstermelik dava hariç- yargılanmadı, hiçbiri hesap vermedi, aileleriyle, sevdikleriyle, evlerinde, yataklarında öldüler (ya da ölecekler), onlara hiçbir şey olmadı, olmayacak.
Oysa Oğuz’a çok şey oldu. Oğuz, iki ay süren yoğun bakımdan sonra, 9 Eylül’de, 12 Eylül’ün 44. yılına üç gün kala hayatını kaybetti. Oğuz’un çocukluğumdan itibaren ucundan, kıyısından dâhil olduğum hayatı, benim için aynı zamanda dayanışmanın, bir büyük felaket sonrası bir arada durmanın, yol arkadaşını bırakmamanın da hikâyesi. Birkaç yıl önce Oğuz’un hikâyesini anlatırken bir kıymetlim “Oğuz’un hikâyesi, 12 Eylül’ün kırk küsur yıllık vahşetinin özetidir, bugünleri ‘12 Eylül bile böyle değildi’ diye yorumlayanlara yanıttır” demişti, çok haklı. Fethiye de, dilimize ne çok dikkat etmemiz gerektiğini benzer cümlelerle anımsatıyor Zulamdaki Şiir’de: “Kimimiz ‘bugün yaşadıklarımız 12 Eylül’de bile yaşanmamıştı’ diyerek, kastımız o olmasa da 12 Eylül dönemini ve o dönemde yapılanları neredeyse meşrulaştırıyor. Kayıplarımızın yasını bile usulünce tutmamıza izin vermeyen dönemin adıdır 12 Eylül…”
Zulamdaki Şiir çok ağır, çok sert zamanları çok içeriden -her manada- anlatıyor. Su içer gibi okudum, boğazım düğümlendi, öfkelendim ama aynı zamanda bir sürü yerde gülümsedim, hatta kahkahalar attım! Çünkü hayat içeride de, en kötü koşullarda da tam da böyle bir şey! Kuvvetle muhtemel kitabı hapishanede değil, dışarda okusaydım, yüzümde belirecek en ufak bir gülümsemeden utanır, kendimi saklar, gülmemeye gayret ederdim çünkü haliyle, “gülünecek bir şey yok.” Ama inanın bana, var, gülebiliriz!
Ben gülümseme ve kahkaha diyorum, hayranı olduğum Nilgün Toker, kitabın sunuş yazışında “ağır kötülüğün içindeki küçük iyilik anları” diyor. Gerçekten de Fethiye kitap boyunca çok ama çok ağır bir kötülük anlatıyor ama bu kötülüğün içinde hem Fethiye’nin kendi yarattığı “iyilik” anları var hem de dünyanın onların yüzü, suyu hürmetine döndüğüne emin olduğum insanların “iyilik anları”…
Önce, Fethiye’nin “anları”: Eğlenerek direnmek, en sevdiğim! Tabii ki onun gibi cümleleştirmeme imkân yok, o yüzden sevgilim Hannah Arendt’e bağlanıyoruz: “Otoritenin en önemli belirtisi, baskı ya da iknaya gerek olmaksızın, itaat etmesi istenenlerin verilen kararı sorgusuz, sualsiz kabul etmesidir. Otoriteyi korumak için kişi ya da makama duyulan saygıyı ayakta tutmak gerekir. Dolayısıyla otoritenin en büyük düşmanı ve onu zayıflatmanın kesin yolu kahkahadır.”
Canım Arendt yazmış, ben ve eminim ki yolu hapishaneden geçen milyonlarca yurdum insanı deneyimledi: Arendt haklı, doğru, kesin bilgi! Kahkaha ve neşe nasıl güçlü bir şey, anlatamam.
Fethiye o karanlığa direniyor; bazen bir çift çorabın peşinde, bazen bir küçük şiiri aramadan kurtarmanın zaferinde, bazen yeni ezberlenen bir şarkıda, bazen de askeri, polisi, gardiyanı o koşullarda bile dumur ederek. Fethiye kendine iyilik anları yaratıyor, hem de o koşullarda.
Sonra diğerleri… Fethiye’yi de şaşırtan, “hayatın gri alanları”nı mutlulukla kanıtlayan, o ağır kötülüğün içindeki “küçük iyilik anları.”
Fethiye cezaevi rutinini anlatırken, dışarıyı hayal etmekten söz ediyor. Eh, ben de, artık… İki yılı da geçtik, tabii benzer hayaller kuruyorum. Benim hayallerimde, genelde, kalabalık sofralar var, “normal”im o olduğundan. Zulamdaki Şiir’i okuduğumdan beri, yeni bir sofra hayalim var! (Dışarıda olsam, kesin “filmini yapalım” derdim ama sanırım ben bir süre herhangi bir şeyin “filmini yapalım” demesem iyi olacak, neme lâzım!)
Oscar Wilde hapisten yazdığı upuzun mektubu De Profundis’te “hapishanede bir hazine gibi kalbinde sakladığın anlar oluyor” diyor, -mealen. Fethiye’nin hazineleri, benim gülümsemelerim, Nilgün Toker’in iyilik anları…
O iyilik anlarının mimarlarıyla Fethiye’yi kocaman bir masada hayal ediyorum, o masanın bir ucuna benim iyilik anlarımın mimarlarıyla eklendiğimi. Biz konuşmuyoruz ama biz dinliyoruz. Fethiye’nin yanında polis memuru Fatoş oturuyor, 60’ını geçmiş artık, Mamak’ın bodrum katı hücrelerinde, yanındaki askerlere çaktırmadan Fethiye’ye o minik sabun parçasını verme riskini alan Fatoş… Yanında DAL’ın polis memuru, hani Yılmaz Köksal’a çok benzeyen... Tıpkı Yılmaz Köksal gibi çok güzel yaşlanmış, Fethiye’ye ikram ettiği cam bardaktaki çayı anımsıyorum. Helga ve Ajda yan yana oturuyorlar, ikisi de çok güzel. Fethiye hastanedeyken ona temiz çamaşır getiren, yıkanırken sırtını keseleyen, Fethiye yüzünden soruşturma geçiren polisler… Helga’nın annesi, hayatta umarım, masada, hastanede Fethiye’ye “seni buradan alıp götürsem, kimsenin aklına gelmez seni bizim evde aramak” diyen… Mamak’ın yağız, Kürt delikanlı askeri de masada “şu dilini biraz tut” diyen, koğuştan hücreye gizlice çamaşır getiren öbür asker de…
Masada kahkahalar da var, sessizlikler de. Bana Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun, 12 Mart’ın polis Suna’sını anımsatan, Mamak’ın tek kadın gardiyanı Nigar Avcı’dan da söz ediliyor, Nurettin Soyer’den de, “makamında faşist ya da ırkçı olduğu için değil, görevini yaptığına inandığı için oturan” Savcı Atilla Tulay’dan da, DAL’ın Deli Yarbay lakâplı, namlı işkencecisi, sonraki yılların Emniyet Müdürü, Ordu Valisi Kemal Yazıcıoğlu’ndan da, Mamak’ın eli kanlı komutanı Raci Tetik’ten de, DAL’da işkenceye “mola” verip düğüne eğlenmeye giden, primle çalışan işkenceci polislerden de bahis açılıyor. Liste sadece DAL ve Mamak’ta bile çok kalabalık, çok uzun. Diyarbakır’dan İstanbul’a, Kars’tan Edirne’ye, her Emniyet bodrumunun, her cezaevinin kendi işkencecileri, kendi “sıradan kötüleri” var, adlarını bildiğimiz ya da -çoğunlukla- hiç duymadığımız. Mesela, Oğuz’un hayatını karartan, Alemdağ Cezaevi bodrumuna o gaz bombalarını atanlar, o “operasyonları” yapanlar… Adlarını bilmiyorum ama bütün bunları yaptıktan sonra hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ettiklerini biliyorum çünkü kimse ama kimse çıkıp af dilemedi.
Oğuz Artan'ın ardından
Isabel Allende, Ruhumun Kadınları kitabında ailesi Pinochet darbesinden çok çekmiş bir başka Şililiden, Şili eski Devlet Başkanı Michelle Bachelet’den aktarıyor: “Baskı rejiminin acısını çekmiş insanlardan kimse bağışlama bekleyemez, ülke geleceğe doğru geçmişin yükünü taşıyarak ilerlemek zorunadır.” Haklı, bence de. “Bağışlamak için öncelikle birilerinin af dilemesi gerekir” demişti zamanında bir sevdiğim. Biz, daha oralara bile o kadar uzağız ki… 12 Eylül’ü konuşmuyoruz, yüz binlerce insanın hayatını darmadağın eden bir büyük kötülüğü konuşmuyoruz, tıpkı tarihimizde epeyce fazla olan diğer büyük kötülükleri konuşmadığımız gibi… Maruz kalanların anlatması zaten çok zor ama anlatmaları için ne yazık ki alan açmıyoruz. Fethiye tahliyesinden sonraki ilk günleri anımsıyor: “Duruşumuza sinmiş, söylemimize işlemiş yara izlerimizle, dışarıdakileri rahatsız mı ediyorduk? İşkence ve eziyetin neredeyse bizden ziyade onları susturduğunu fark ediyorum…”
Dışarısı böyle, içerideki için de, fısıltılar halinde kulaklara gelen Diyarbakır Cezaevi gerçeği var, Fethiye kendisine yıllarca “yazsana” diyenlere “Anlatılacaksa Diyarbakır anlatılmalı” diye yanıt verdiğini söylüyor. “Kürt arkadaşlarımın yanında Mamak’ta yaşadıklarımı anlatmaktan kaçındım, utandım çünkü.” Uzunca zaman Mamak’ta kalmış bir kıymetlimin sözleri çınlıyor kulaklarımda: “Bize bir yaptılarsa, Diyarbakır’da on yaptılar.” Hayal edebiliyor musunuz? Ben edemiyorum.
Peki, bütün bu ağır kötülük içinde ne yapacağız? Sanırım “gri alanlarda” nefes alacağız. “İyiliğin” normalleştiği bir hayat için ısrarcı olacağız, o karanlık günlerde, hiç tanımadıkları “düşman ötekilere” iyilik anları yaratan, bu “anlar” için risk alanları anımsayacağız, hatıralarını onurlandıracağız, kaybettiklerimiz yasını doğru bütün tutmaya çalışırken, onları da unutmayacağız. Öte yandan, soykırım kampından çıkan Jean Améry’e kulak vereceğiz bence; Améry 60’larda “yeni Alman gençliğine” sesleniyor, “babalarınızla bağlarınızı koparın.” Koparın ve sorgulayın, alet olanları, sessiz kalanları.
12 Eylül’ün 44. yılındayız. Memleketin diğer ağır kötülüklerinin failleri için artık mümkün değil ama 12 Eylül’ü sorgulamak için hâlâ vaktimiz var. İsim isim katilleri, işkencecileri teşhir etmek için de, risk alarak adım atanlara şükranlarımızı iletmek için de, tarihi failden değil, maruz kalandan doğru yazabilmek için de, çok olmasa da hâlâ vaktimiz var. Oğuz’a, Fethiye’ye, 12 Eylül’ün bir daha düzelmemecesine dümdüz ettiği hayatlara borçluyuz bunu. Diyarbakır’dan Mamak’a, Kars’tan Samsun’a, Edirne’ye, dinlersek konuşurlar. Kulak verirsek anlatırlar. Kaçmazsak, o ağır kötülüğü de küçük iyilik anlarını da hakkıyla öğreniriz. Kim bilir, belki tarihimizin diğer ağır kötülükleri için de vesile olur, onları da konuşmaya başlarız, işte o zaman, belki hem yükü kabul edip hem de geleceğe bakabiliriz.
Meraklısına okuma önerileri:
- Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, İletişim Yayınları.
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te, Metis Yayınları.
- Isabel Allende, Ruhumun Kadınları, Can Yayınları.
- Jean Améry, Suçun ve Kefaretin Ötesinde, Metis Yayınları.
- Oscar Wilde, De Profundis, Can Yayınları.
- Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İletişim Yayınları.
(ÇM/VC)