Parktan kepçe atıldığından beri bunu başarabildiği bilincini ve nasıl başarıldığı tecrübesini kazanmış yeni bir siyasî aktör geldi gündeme. Kurulu ve açıkçası tıkır tıkır işleyen denklemleri alt üst ederek. İki ay öncesinde PKK lideri Abdullah Öcalan, Newroz mektubu ve açtığı yeni ortamla ilk denklemi yıkıyordu.
Ne dersek diyelim, PKK Önderliğinin dayattığı ‘çatışmasızlık ortamı ruhu’, devletin elindeki milliyetçi-militarist söylemi saf dışı bıraktı. Böylece toplumsal mücadelenin bir anlamda da önünü açtı. Sonra bu güç kepçeyi Gezi’den attı, Türkiye siyasetinin mevcut tüm denklemlerini karşısına aldı ve yepyeni bir siyaset ortamı yarattı.
Dikkatler yavaş yavaş 30 Mart 2014’teki yerel yönetimler seçimlerine kayıyordu ki iktidar –bu kez içeriden- bir darbe daha yedi. Ortam şimdi yine çalkantılı, yine “olasılıkların” gündeme geldiği yeni bir tarihsel olayla karşı karşıyayız.
İktidar partisi mensuplarının bugüne kadar işledikleri yolsuzluk suçlarından, “paralel” örgütlenmesiyle bu çapta işler çevirme gücüne sahip bir yapının desteğini alıp iktidar planı yapmalara, geniş bir yelpazede korkunç olaylar izliyoruz. İktidarın bir kriz içinde olduğu açık.
Tarihselliğiyle 30 Mart
Önümüzdeki yerel yönetimler seçimlerinin “kesinlikle bir belediye seçiminden fazlası” olduğu geniş bir kesimce kabul görüyor. Burada açıkça ortaya konması gereken nokta ise bu değerin nereden geldiği. Yerel seçimleri “İstanbul’u AKP’den almak” ve dolayısıyla “AKP’yi geriletmek” şansı olarak ele alan görüş 30 Mart seçimlerinin tarihsel konumunu ve değerini ıskalamaya mahkum.
30 Mart, tarihin akışında ‘daha büyük bir fark’, bir kırılma yaratmanın mümkün olduğu bir ‘fırsat’ olarak ele alınmalı. Aksi takdirde halk olarak elimize alma şansına belki ilk defa bu kadar yaklaştığımız gelecek; ağacımıza/deremize göz koyan, evlerimizi yıkan, emeğimizi sömüren ya da kimliğimizi inkar eden düzene tekrar hediye edilecek. İşte bu nedenle önerim önümüzdeki gündemin(ve bir arada ne yapılması gerektiğinin); sığ galibiyet planlarına, “ondan alalım da-” üşengeçliklerine, “ganyan” hesaplarına kurban edilmeden; halkları siyaset alanında bu noktaya getiren perspektif hiçbir zaman unutulmadan; azıcık da, uzun vadeli düşünmeye el veren bir soğukkanlılıkla tartışılmasıdır.
Gelelim 30 Mart ‘olayının’ tarihteki yerine konmasına.
30 Mart’a bugün herkes tarafından teslim edilen değerini veren olay ‘tarihî’ bir ‘isyan’ olunca 30 Mart’ı incelerken onu tarihe oturtmak şart oluyor.
Seçime böyle sağlıklı bir çerçeveden bakınca ortada sadece iki ihtimal olduğu görülüyor.
30 Mart’ın Türkiye ve dünya tarihindeki anlamı ne bir şehrin bir partiden alınması, ne bir partinin bir şehri almasıyla “iktidar yolculuğunu başlatması”, ne bir partinin “zorlukların üstesinden gelerek” iktidarını pekiştirmesi, ne bir iktidara güven yoklaması, ne bir adamın bir diğerini yenmesi olacaktır. Eğer durmadan söylendiği gibi 30 Mart’ın “bir belediye seçiminden daha fazla” veya “tarihî” bir değeri olacaksa bu, gelinen ortamda halkların aynı egemen düzenin iki seçeneği arasındaki sıkışmışlığını kırması, neoliberal-muhafazakâr-milliyetçi sermayedar kutupların karşısına kendilerini en geniş temsiliyetle ifade eden öznelerini koymaları olacaktır.
Yani 30 Mart ya kimin kazandığının ‘İstanbul’da yaşayanlar’ için hiçbir fark arz etmediği Topbaş-Sarıgül yarışı eşliğinde ‘Gezi olmamışkenki’ seçimlerin bir aynısı şeklinde geçecek ve sonuçta bu ‘tarihsel fırsat’ bir ‘tarihsel kırılma anı’na çevrilmemiş olacak; ya da bir “üçüncü seçeneğin” tesisine, halkların muhalefet odağının örgütlenmesine, sistem tarafından bedenine ve fikrine saldırılan kesimlerin mücadelelerini ortaklaştıracağı ‘insanın ve doğanın’ siyasetteki temsili niteliğinde bir mücadele hattının gündeme getirilmesine/somutlaşmasına zemin olarak tarihteki bu “kırılma anını” yaratacak. Sahne değişecek.
Mücadeleyi kurmak
Halklar ve mücadeleler için İstanbul’da Kadir Topbaş’la Mustafa Sarıgül arasında geçecek bir yarışta kazanılıp kaybedilecek bir şey yok. Ne bir belediye, ne bir şehir, ne bir özgürlük-eşitlik programı. Öyle ki, ne bugüne kadar süregelmiş anlayışta, ne de mesela belediye projelerinde bir değişiklik olacaktır. Bize gereken, köprüleri-havaalanlarını yaptırmayacak bir iradeyi, örneğin genel seçimlerde yahut bir sonraki Gezi’de iktidarı gözüne kestirecek bir ‘mücadeleyi’ kurmaktır.
İstanbul’da Sarıgül’le Topbaş’tan birini diğerine tercih etmek bize elimize geçmiş bu ‘tarihsel’ fırsatı kaçırtır. Bu yeni, toplumsal mücadelelerin önünün açıldığı ve güç kazandığı, belirleyiciliğini artırdığı ortamda muktedir siyasetlere karşı “seni-beni” temsil edecek bir yeni toplumsal hareket odağı ortaya çıkarmak gündemimiz. İlkeli, şeffaf, “kapitalizme, milliyetçiliğe ve erkek-egemenliğe karşı söyleyecek sözü olan”, katılımcılıkla çalışan.
İçimize sinmeyen oylar atmakla “kazanacağımız” bir şey olmadığını öğrendik. Karşımıza konmuş (yani “hazırda şu kadar oyu olan”) aktörleri, dolayısıyla seçeneksizliğimizi değil; seçeneğin yaratılmasını desteklemek. Bu durumda “kazanılacak” olan öncelikle İstanbul’un sokaklarıdır. İşte o zaman kazanılamayacak bir yönetim aygıtı yoktur. “Gitmesi” istenen iktidar o zaman götürülür, “alınması” istenen şehir o zaman alınır...
Ne demiştik, bitirirken toparlayalım. Evet, tarih çizgisinde bulunduğu yer itibarıyla 30 Mart’ta yapılacak belediye seçimleri bir belediye seçiminden fazlasını ifade eder konumda.
Sırrı Süreya Önder aylar evvel yerel seçimlerin “kepçenin üstündekilerle önündekiler arasında” geçeceğini söylemişti. Mesele, yerel seçimlerden başlayarak, bütün siyaset ve toplumsal mücadelenin “kepçenin üstündekilerle önündekiler arasına” konması. “İstanbul’un sahibinin” değişmesi değil. Bunun yolu (ya da en azından bu yolda büyük bir fırsat) ise yerel seçimler tartışmasını kepçenin üstündekilerle önündekiler arasında kurmaktır. (TA/HK)