Türkiye’de siyasetin alanı her geçen gün daha da daralıyor. Siyasal öznelerin eylemliliği ve kendilerini ifade etme biçimleri üzerinde kurulan baskı, agora benzeri bir platform olmaktansa haberleri eğip büken muktedirlerin emrindeki medya, politik özgürlüklerin gereği olan faaliyetleri “vatana ihanet” ile eş tutan hegemonik iktidar dili, sığ popülizm ve kutsallaştırılmış simgeler aracılığıyla hür düşüncenin prangaya vurulması, kolluk kuvvetlerinin ve yargının malum “refleksleri” bu daralmanın en önemli sebepleri arasında yer alıyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ve onunla bütünleşik iktidar merkezlerinin kurduğu tahakküm ve uysallaştırma/tabi kılma ağları bürokrasiden sivil topluma, fabrikadan, ofislerden mahalleye yaşamın tümünü hayâsızca kuşatma çabasında.
Gülen cemaati ile AKP arasında cereyan eden kavganın somut kazanımları (her iki tarafın siyasal ilişkilerle örülmüş rant ve hükmetme projelerinin ifşası) bir yana bırakılırsa mevcut çatışmadaki dost-düşman ayrımına endeksli politik gramerin ve yeni saflaşmaların siyasetin imkanını açma potansiyeli sıfıra yakın.
Toplumsal muhalefet için müesses siyasetin bir cazibe merkezi olması da hayli zor çünkü hâlihazırda muhalif siyasal örgütler yaşanan iktidar çatışmasına bakarak kendine konum biçmeye ve taraftar toplamaya çalışıyor. Bunların ötesinde özgürlükçü ve demokrat siyaset kanalları açan, ilkelere ve somut durumlara dair siyasal tartışmalardan güç alan ve elbette programatik değer taşıyan bir partiye/örgüte rastlamak oldukça düşük ihtimal. Hal böyle olunca da aşırı siyasallaşmanın cepheleştirmesiyle ya da siyasal apatinin büyümesiyle “siyasetsizleşme” denilen soruna ve bu sorunun yıkıcı sonuçlarına mahkûm kalıyoruz.
Siyasal özneler kendilerini bireysel ve kolektif düzeyde gerçekleştirebilecek politik adresler bulamakta epey zorlanıyorlar. Haziran direnişinin ve onu takip eden eylemliliklerin bakiyesi aslında ilkesel değerlerin bugüne uygulanması çerçevesinde birçok imkân sunuyor. Aşağıda sıralamaya çalıştığım başlıklar, Haziran direnişlerinin açtığı yoldan yürümeye çalışan emektar bir siyaset talebesinin notları olarak okunabilir. Onun ötesinde bir siyasal örgüte ya da partiye tavsiyede bulunma konumuna ya da böyle bir istence sahip olmadığımı peşinen bir kez daha belirtmek isterim.
Esas mücadele hattını tespit etmek
Mevcut siyasal konjonktürde politik mücadeleyi AKP ve onunla bütünleşik güçlere indirgemek gibi bir genel tavır söz konusu. AKP iktidarının neoliberalizmi derinleştiren ve otoriter hükmetme pratiği ile antagonizmaları kendi lehine çeviren bir siyaset izlediği muhakkak. Ancak muhalif güçlerin stratejisi tek başına AKP’yi devirmek üzerine kurulmaz; aksine alternatif bir yaşam için yeni başlangıç müjdelemelidir. Tam da bu nedenle toplumsal mücadele hattının doğru tespit edilmesinde büyük yarar var. Bugünün toplumsal muhalefet hattının birleştirici gücü özgürlük mücadelesidir.
Yaşamın her veçhesine müdahale etmeye odaklanmış yeni iktidar kavrayışının karşısına dikilen “özgürlüğüme dokunma” (ağacıma, parkıma, bedenime, internetime, sanatıma… dokunma!) sloganı hem bir sosyo-politik talebi hem de isyanı içinde barındırıyor. Bu şartlar altında emek ve adalet mücadelesini özgürlük mücadelesine eklemlemenin müthiş bir potansiyel vaat ettiğini iddia edebiliriz.
Özgürlük talebi sadece liberal bireyciliğe indirgenemeyecek kadar güçlüdür ve gerçek özgürlüğün ancak beraberce inşa edilebileceği direnişte zaten keşfedilmiştir. Bu nedenle mücadelenin lokomotifi orta-sınıf mı emekçi sınıflar mı tartışmasını bir kenara koyarak muhalefetin birleştiği özgürlük paydasını bayrak yapmayı öneriyorum.
Kolektif eylemek ve ortak belleğimizi geri çağırmak
Haziran direnişlerinin en önemli katkısı üzerimizdeki sinizmi ve kötümserliği aşma bahsinde bize ilham verici bir güç bahşetmesiydi. Kolektif eylemlilik ve spontan tavır alma kabiliyeti hem bir politik kültür hem de bellek işidir.
Daha önceki mücadele deneyimlerini harfi harfine kitabi olarak bilmeniz gerekmez, direnmenin ve birlikte inşa etmenin büyüsü, kolektif hafızanın derinlerinde saklıdır. Şimdi bundan sonraki aşama kolektif hafızamızın politik eyleme biçimini de içeren dayanışma tecrübelerini keşfetmekte. Bunun içine daha önce belki dudak büktüğümüz geleneksel dayanışma ritüelleri girdiği gibi yeniden inşa edebileceğimiz mekanizmalar ve o mekanizmaları işlevsel kılacak motivasyon kaynakları da dahildir.
Modern kapitalist toplumların bizim ruhumuza işleyen bireyci eğilimleri ile ona direnen ortaklaşmacı çabaları hem bireyi hem de kolektiviteyi yok etmeden ancak böylesine bir ilhamla harmanlayabiliriz. Kolektif üretim hafızalarını ve adil bölüşüm odaklı tüketimi mikro ölçeklerde canlandırmak, yeni başlangıcın en önemli ayaklarından biridir.
Üç zehirden (özcülük, didaktiklik ve determinizm) kaçınmak
Belli bir grubun içindeki nüvelere ait kimi özellikleri grubun tümüne genelleme ve olumlu ya da olumsuz bu özelliklere ezel-ebed bir rol atfetme olarak tanımlayabileceğim özcülük, siyasal kanalların çeşitlenmesi önündeki en büyük engeldir.
Özcülük ister bir grubu yüceltsin isterse de tam aksine onu negatif öğelerle donatsın her halükarda değişimin parametrelerini hiçe sayan bir bakıştır. Siyasal dayanışma ve kolektif hareket etme potansiyelini öldürür.
Haziran direnişleri kalıp yargıların yıkılmasında büyük bir rol oynadı ancak reel siyaset yerine yenilerini inşa etmede gecikmedi, gecikmiyor. Öyleyse kolektif kimlik ve dayanışma oluşturma adına özcü eğilimlere saplanıp kalmanın elimizdeki imkânları yok ettiğini unutmamalı.
Toplumsal muhalefetin dinamizmi önderlerin, şeflerin, kitleler adına konuşan teorisyenlerin yıldızlarını epey söndürdü. Bir bilen ve talebeleri şeklinde formüle edilen iktidar ilişkinin ve onun dışa vurumu olan didaktik üslubun özgürlükçü bir siyasette yeri yok. Özcülük ve didaktiklik gibi uzak durulmasında fayda olan bir başka hal katı determinizm. Mücadele pratikleri ve kendiliğindenliğin öngörülemezliği katı determinizmin toplumsal olayları kavramada ne denli yetersiz olduğunu bir kez daha kanıtladı. Muktedirlere ya da toplumsal muhalefetin bileşenlerine dair determinist yorumlar sarf ederken iki kez düşünmek şart.
“Gri alanları” değerlendirmek
Toplumsal mücadelede “gri alanlar” tahminimizden çok daha fazla olabilir hatta gri alanı da tek bir renk olarak değil bir tayf biçiminde düşünebiliriz.
Kapitalizm ve onun neden olduğu sorunlar bahsinde modern küresel kapitalizmi baş edilmesi mümkün olmayan bir fenomen olarak tasavvur etmek mücadele ya da direniş enerjisini zayıflatır.
Bugün kullandığımız kalkınma, tüketim, piyasa gibi birçok kavram kapitalist ekonominin grameri içinde şimdiki anlamına büründü. Hâlbuki başka bir piyasa, başka bir tüketim ve hatta başka bir kalkınma tasavvuru pekâlâ mümkündür. Bu sayılan kavramların hiçbiri “mutlak kötü” değildir. Ayrıca kapitalist piyasa dışı mekanizmalar, örneğin takas ya da armağan ekonomisinin sistemde gedikler açacak bir heyecan uyandırabileceğini hem parklarda hem de çapulcu pazarlarında gördük.
Gri alanları sadece ekonomik yaşamda değil siyasal platformda da özgürlük mücadelesi uğruna kolektif eylemlilik sahalarına dönüştürmek ihtimal dışı değil. Siyasal özneliğine ambargo konan ya da politik örgütlülüğe sahip olmamakla birlikte failliği ile zaten politik olan aktörlerin potansiyelinden yararlanmak ve beraber hareket etmek çok önemli. İlkesel zeminde ortaklaşılmış gri alanların çokluğu omurgasızlığı değil politik çoğulculuğun kaynaştırıcı iklimini ve kudretini müjdeler.
Toplumsal muhalefette iç kavgaya son vermek
Kökleri çok eskilere dayanan toplumsal muhalefet içi kavgaların yeni başlangıçta sona ermesi, kolektif eylemin dinamizmine kendini teslim etmesi özgürlük mücadelesinin genişlemesi için hayati bir başlık.
Sosyalistler sol liberalleri, liberaller sosyalistleri, sosyal demokratlar liberalleri vb. sürekli bir biçimde itibarsızlaştırma arayışında.
Burada emek-piyasa tartışmaları, kimlik tartışmaları, ulusalcılık meselesi münakaşanın ana hatlarını oluşturuyor. Herkes yekdiğerini iktidarın değirmenine su taşımakla itham ediyor. Eski şefler mücadele arkadaşlarını ağır bir şekilde itham ederken iktidarın diline savruluyor.
Öyleyse biz ne yapmalıyız?
Toplumsal muhalefete yön verme iddiasındaki aktörlerin nüfuz savaşına sırt çevirip birlikte eyleyen kitlelere kulak kabartmak en iyi seçeneklerimizden biri. Anti-entelektüelizme düşmeden fikirleri önemseyip ego kavgalarını teşhis ederek kendi dilimizi oluşturmanın zamanı geldi.
Devletin re-organize edildiği, klientalist ağların yeniden yapılandırıldığı, iktidar bloğunun başkaca müttefiklerle restore edilmeye çalışıldığı politik atmosferde sosyalistleri, liberalleri, Kürt hareketini, ekolojistleri, LGBT ve feminist hareketi hatta cumhuriyetçi kuşakları birleştirebilecek en büyük payda özgürlük mücadelesidir.
Özgürlüğe emekten, adaletten ve vicdandan yana bir anlam katmak da ancak kolektif eylemle gerçekleşir. Yeni bir başlangıç için hep beraber özgürlük mücadelesine! (GGÖ/HK)