Affetmek, her ne kadar öncelikle sevgi ve dostluk gibi güçlü bağlar üzerinden tanımlanıp bireysel duygu dünyasına ait çağrışımlarla anılıyor olsa da aslında eylem itibariyle son derece politik bir niteliğe sahip.
Yirminci yüzyılın önemli kadın siyaset bilimcilerinden Hannah Arendt, İnsanlık Durumu adlı eserinde affetmenin basitçe iki insan arasındaki ilişkiyle, sevgiyle açıklanamayacak kadar toplumsal ve kamusal bir mesele olduğunun altını çizerek ona politik bir eylem özelliği atfeder.
Bu anlamda, bağışla(n)ma dünyaya ve insanlığın ortak durumuna ait bir konu olup geleceğe dair olumlu ve iyileştirici bir olasılık fikrine işaret eder. Öyle ki, unutma/ma, öfke ve acı döngüsünün kırılmasını sağlayan bir nevi politik bir imkanlılık alanı sunar bize affetmek.
Yaşamın devamına izin veren, geçmişin ve telafisi mümkün olmayan eylemlerin ağırlığından kurtulmak için insanlığın sahip olduğu neredeyse tek mekanizmadır bu Arendt'e göre. Hesaplaşma, öç alma ve/ya kin tutma pratiklerinin aksine affetmek edimi iki tarafı da (hem affedeni hem de affedileni) içine alan bir özgürleşme alanı açar bir bakıma.
Şüphesiz, affetmek o kadar kolay bir şey değil.
Özgürleştirici ve sağaltıcı bir adalet potansiyeli taşımakla birlikte çok çetrefilli ve gerçekleşmesi son derece zor bir süreç gerektiriyor. Öyle ki, acı, öfke, unut(tur)ma(ma), hatırlama, hesaplaşma, yüzleşme ve kabul etme gibi zihin ve duygu dünyamızı sarsıcı birçok faaliyeti içinde taşıyor. Ve bu süreçte, kimin ve neyin affedildiği ve aynı zamanda af dileyenin olup olmadığı ise en can alıcı sorular olarak çıkar karşımıza.
Bir sevgiliyi, yakın bir arkadaşı veya bir yoldaşı affetmekle bir halkın başka bir halkı ya da içinde yaşadığı ülkeyi, bağlı olduğu devleti affetmesi aynı şeyler değil hiç şüphesiz.
Benzer şekilde, bir ihaneti veya bir yalanı affetmeyi bir tecavüzü, bir cinayeti ya da bir katliamı affetmekle eşdeğer tutmak ne kadar mümkün olabilir?
Ve ayrıca affedilmeyi bekleyen, yaptığı eylemi düzeltme ve telafi çabasında gönüllü bir öznenin olup olmaması veya aksine yaşananları yok sayan, görmezden gelen, unutturmaya çalışan bir tutumla karşılaşılması zaten kolay olmayan bu süreci daha da karmaşık hale getirir.
Affetme ve özgürleşme
Burada sözünü ettiğim farklı biçim ve derecelerde olan tüm bu affetme durumları ortak bir payda olarak aslında yapılan eylemin kendisinde birleşir. Sonuçta, her ne şekilde olursa olsun affetmek gereken bir durum varsa, bir suç ve/ya hata da vardır.
Sonuçlarından başkalarının olumsuz şekilde etkilendiği veya zarar gördüğü bir eylemin sonucunda affetmeye veya affedilmeye ihtiyaç duyulur. Ve bu durumda af dilemek bir nevi yapılmış olan herhangi bir hata ve/ya suçun telafisi niteliğindedir.
Tam da bu nedenle affetme Arendt için bir özgürleşme potansiyeli taşır; çünkü öbür türlü, yani affedilme ihtimali olmadan, eyleyen sonsuza dek edimlerinin kurbanı olarak kalacaktır. Ancak, bu şekilde, bağışlama yoluyla insanlar geçmişte yaşananın ağırlığından ve yapılan yanlışı sürdürme veya reddetme halinden kurtulabilirler.
Peki, her şey affedilebilir mi ya da diğer bir deyişle yapılan her şeyin telafisi mümkün olabilir mi? Asla affedilemeyecek eylemlerimiz yok mu?
Aslında bu ve benzeri sorular bir şeyi affederken, affetmek durumundayken hepimizin üzerine en sık düşündüğü ve belki de iç sesimizi en çok duyduğumuz sorulardır. Affetmenin kendisi en çok da değiliyle, olumsuzuyla yer eder zihnimizde.
Affedilmeyen
Öyle ki, her affettiğimiz şey belki biraz da affetmediklerimizle belirlenir. Ve affetmeye direndiğimiz zamanlar en çok da unut(tur)mak istemediklerimizdir. Yapılan haksızlıklar, çekilen acılar veya geri getirilemez kayıplar karşısında affetmemek aslında bir nevi geçmişin anısına sahip çıkmak ve onu unutturmamak anlamına gelir.
John Berger'in "Goya'nın Son Portresi" adlı oyununda, Dresden'in bombalanmasına tanık olan Goya'nın sözleri bu anlamda hatırlamaya değer: "Ne affedilmez biliyor musun? Asla affedilmeyecek eylemlerimiz nelerdir, biliyor musun? Kimsenin görmedikleri. Tanrının bile görmedikleri. Failler, işledikleri suçları kendilerinden ve başkalarından kelimelerle gizliyor. ... Kelimeler ve sayılar işledikleri cürümleri gizliyor. Ki, o cürümler unutulsun. Unutulan affedilmiş demektir. Zihne nakşolan affetmez. Tanrım bizi affetme. Bizi affedilmez kıl. Ki, asla unutmayalım."
Berger'in Goya'sı için unutmakla affetmek eşdeğerdir ve aslında affedilmez olan gizlenerek veya yok sayılarak yapılanın unut(tur)ulmasıdır. Zaten tam da bu yüzden Goya ne unutmak ister ne de affetmek.
Unutturulmak isteneni geri çağırmak, hatırlatmak için Goya her ne kadar çözümü affetmemekte ve affedilmez olmakta bulsa da, neyin affedilmez olduğunu tarif ederken başka bir eylem ihtimalinin de kapısını aralar.
Berger, aslında Goya'nın bu sözleriyle affetmenin nasıl mümkün olabileceği ve olması gerektiği hakkında bize ipucu verir bir bakıma. Sözcükler yoluyla gizlenerek unutturulan bir suçun yine aynı şekilde sözcüklerle açığa çıkarılıp hatırlanması ihtimalinden söz edebiliriz bu durumda. Diğer bir deyişle, unut(tur)maya karşı affetmeyerek unutmaya direnmek yerine, suçu gizlendiği yerden çıkartıp dilin dolayımı ile hatırlamak da mümkün olabilir ki ancak bu şekilde sağaltıcı ve özgürleştirici bir affetme sürecinden sözedebiliriz.
Toplumsal barış
Burada söz konusu olan basitçe geçmişin anlatılarak, konuşularak hatırlanmasının ötesinde yapılan hata ve/ya suçun itirafı ve aynı zamanda bunları düzeltme veya bir şekilde telafi çabasına dayanan bir tür yüzleşmenin gerçekleşmesidir.
Çünkü üstü örtülen, yok sayılan bir gerçeğin açığa çıkarılması onu tanımayı, kabul etmeyi de beraberinde getirir. Ve affetmek durumunda olanın yaşadığı acıyı, uğradığı haksızlığı ve telafisi mümkün olmayan kayıplarını bağışlaması ve dolayısıyla geçmişle barışması ancak bu şekilde, yani bugüne dek söylenmeyenin dile gelmesi ve yoksayılanın kabulüyle mümkün olabilir.
Bu anlamda, Güney Afrika'da yoğun bir iç savaşın ardından toplumsal barışı sağlamak için kurulan hakikat komisyonları, pişmanlık kabulü ve yüzleşmeye dayalı bir af mekanizmasının hayata geçirilmesinin iyi bir örneğidir.
Yaklaşık 22 bin mağdur ve failin ülkede yaşanan sayısız işkence, katliam, kırım ve tecavüz üzerine konuştuğu bu komisyonların en önemli özelliği, basitçe yargılama ve cezalandırmanın ötesinde gerçekliklerin anlatılarak ortaya serilmesine ve bunun herkes tarafından duyulması ve kabul edilmesine zemin hazırlamasıdır. Ve burada anlatmak edimi, geleceğe yönelik kurucu bir pratik işlevi görür; ki böylelikle geçmişle hesaplaşma ve geçmişten intikam almanın yerini kabul etme ve tanımaya dayalı bir hatırla(t)ma almış olur.
Affetmek, hatırlama ile unutma, geçmişle gelecek arasında gidip gelen bir sarkaç görevi görür adeta. Her ne kadar kaynağı geçmişe ait olsa da sonuçları itibariyle geleceğe yönelik bir eylemdir affetmek aslında. Çünkü ne geçmişi değiştirmenin, ne kayıpları geri getirmenin ne de yaşanan acıların silinmesinin imkanı vardır artık.
Yaşanan yaşanmıştır bir kere, geçmişin yükünü bugünün üzerine bırakarak... Ve bu durumda yapılacak olan her türlü affetme ve affedilme girişimi kaçınılmaz olarak ileriye dönük bir çaba olacaktır. Affetmenin özgürleştirici rolü, politik imkanlılığı işte tam da bu noktada ortaya çıkar.
Barış dili
Affetme ve affedilmeye yönelik söylenen her söz, yapılan her davranış hayata yeniden başlama, devam etme ve birlikte yaşayabilmenin yollarını aramak için cesaret ve sorumluluk gösterme isteğidir bir bakıma. Ve bu arayışın en belirgin ifadesi kendini yeni bir söz söyleme ve başka bir dil kurma çabasında gösterir; ki böylelikle geçmiş de bugün de yeniden kurulabilsin.
Affetmek durumunda olanın yaşadığı acı ve haksızlığı af dileyenin ise pişmanlık ve/ya itirafını sahibinin sesinde duyacağımız bir barış diliyle mümkündür bu ancak.
Dolayısıyla, gizlemek ve/ya yok saymak yerine geçmişin anısına sahip çıkılan, geride bırakılanların, kayıpların acısına saygı duyulan ve tüm bunların yasını tutmaya izin veren bir dil ve eylem alanına ihtiyaç vardır.
Bunun gerçekleşmesi, sarsılan adalet duygusunun onarılmasını sağlayacağı gibi geçmişteki bir suç veya yanlışın bugün sürmesini ve sonraki kuşaklara aktarılmasını da engeller.
Daha iyi bir gelecek
Buradan yola çıkarak, affetmek eyleminin kendisini gecikmiş bir adalet talebi olarak yorumlayabiliriz. Çünkü affedebilmek için bir açıklamaya, bir gerekçeye veyahut bir telafiye ya da bir cezalandırmaya gereksinim duyarız. Yoksa affetmek ne ilişkiyi kaldığı yerden devam ettirmek ne de karşıdakini yeniden koşulsuzca sevmek, kabullenmektir.
Aynı şekilde yaşanılanları haklı bulmak veya uğranılan zararları telafi etmek için çaba göstermemek de değildir. Sonuçta, bir şekilde adaletin yerini bulmasını, haklıyla haksızın anlaşılmasını bekleriz. Ve aslında bu beklenti uğruna verilen uğraşların en zorudur affetmek, hele de karşınızda af dileyen, pişmanlık duyan veya telafi edecek olan bir özne yoksa ya da sürekli bir nefret ve inkar söyleminin varlığı söz konusuysa...
Yine de buna rağmen affetmeye çalışmak, bunun için çabalamak bugüne ve geleceğe dair duyulan inanç ve sorumlulukla açıklanabilir; yani geçmişin acılarının, yanlışlarının sürmemesi ve tekrarlanmaması için duyulan sorumluluk ve aynı zamanda yaşanan tüm kötü sonuçların ardından hayatın tekrar yaşanılabilir hale getirilmesine duyulan inanç.
Yoksa Cumartesi Annesi Berfo Ana'nın bir gün gelir diye kapısını sürekli açık tutup beklediği oğlunun 31 yıl sonra işkencede öldürüldüğünü öğrenmesi nasıl affedilebilir, neyle telafi edilir?
Aynı şekilde, Diyarbakır Lice'de bir patlayıcı nedeniyle kaybettiği kızı Ceylan'ın parçalarını ağaç dallarından koynuna toplayan bir Kürt annesinin affetmesi ne kadar mümkün olabilir?
Ve yine de tarifi ve telafisi mümkün olmayan böylesi bir acıya rağmen, bir asker annesiyle yan yana gelmeye, birlikte mücadele etmeye çalışması başka nasıl açıklanabilir? (ST/HK)
* Bu yazı Amargi dergisinin 21. sayısında yayınlandı (Yaz 2011).