Edebiyatımız ataerkil, cinsiyetçi ve heteroseksist midir? Eğer öyleyse özellikle kadın yazarların edebiyattaki bu ataerkil hegemonyayı kırmak için bir girişimi var mıdır? Irigaray, Cixous ve Kristeva’nın öncülüğünde 1970’lerin başlarında ortaya atılan écriture feminine kavramı bu soruna bir cevap olabilir mi? Kadınlar gerçekten dişil bir dil kullanarak ve bedenlerini, cinselliklerini yazıya dökerek ataerkil yapıları söküp atabilir mi? Değilse, öyle olmadığının kanıtları nelerdir? Bunlar aslında tezlere konu olabilecek denli derin ve kapsamlı sorular. Nitekim literatürde bu konuda yeterli olmasa da araştırmalar da var. Akademik açıdan daha fazla incelemeyi hak eden bu konu sıradan bir okur olarak beni meşgul etti.
Türkiye gibi ataerkil toplumlarda edebiyatın ataerkillikten ne kadar sıyrılabildiği epeydir benim kafamı kurcalayan bir mesele. İçimden bir ses toplumun gerçeği ne olursa olsun, yazarların eril iktidarı zayıflatmak için girişimde bulunması gerektiğini söylerken bir diğer ses de cinsiyetçi kalıplarla şekillenmiş toplumumuzu anlatmak isteyen bir yazarın ataerkilliği yeniden üretmekten nasıl kaçınabileceğini soruyor.
Örneğin Semra Topal gibi queer bedenleri romanlarına konu edinen, heteroseksizmi sorgulamayı kendine amaç edinmiş bir yazar ile Ahmet Ümit gibi eril iktidarla şekillenen polis teşkilatının serüvenlerini ataerkil söylemi yeniden ve yeniden üreterek veya üretmek zorunda kalarak anlatan bir yazarı sadece ataerkillik karşısındaki duruşları ile değerlendirmek ne kadar doğrudur? Ya da yazarlara cinsiyetçilik karşısında hassas davranma sorumluluğu yüklemek?
Ataerkil sistemin hayatın her alanına nüfuz ettiği ve artık normalleştiği bir toplumda edebiyatı cinsiyetçi bütün önyargılardan, heteroseksist baskılardan, ataerkil normlardan arınmış görmek belki de bir hayaldir. Neticede öncelikli kaygısının kadın cinselliğini yazmak olduğunu iddia eden bazı kadın yazarlarımızın bile ataerkilliğin tuzağına düştüğünü, kadının bedenini erkeğin gözünden anlatmaktan kaçamadığını söylemek iddialı olmaz.
Hikayesine ataerkil kalıpların sıkışmış olduğu romanları da içten içe normalleştirmiş olabiliriz. Ancak, bazen insanın karşısına öyle kitaplar, öyle yazarlar çıkıyor ki, bir insanın hayalgücünün ataerkil sistemi birden un ufak edebilmesine başka bir insan şaşıp kalıyor. Şebnem İşigüzel’in son romanı Venüs de işte insana bu şaşkınlığı yaşatan romanlardan biri.
“Kedi doğsun kız doğmasın”
Bu romanı ataerkilliğe karşı bir başkaldırı olarak yorumlamak abartı olmaz. Venüs 16., 19. ve 20. yüzyıllar arasında gidip gelen, Osmanlı topraklarından İngiltere’ye, İngiltere’den Osmanlı topraklarına kayan bir aile hikayesi...
“Kedi doğsun kız doğmasın” diyen bir babanın dünyaya gelen çocuğunun kız olduğunu anlaması üzerine yaşadığı öfke ile başlar bu hikâye. Babasını hayalkırıklığına uğratarak bir teknede, Boğaz’ın ortasında dünyaya gelen kız bebek, doğar doğmaz denizin dibini boylar. Ataerkil öfke bir kadının canını daha gerçekten doğmadan alacak diye beklerken bebek babasına inat yaşar.
Bir tarafta kadın cinsini gölge diye nitelendiren bir baba, diğer tarafta böyle laflara karnının tok olduğunu söyleyip babayı bastıran Şekina Hala ve ailenin her daim yardımcısı Nergis’in refakatinde bebek büyür, evlenir, eş olur, anne olur ve biz hikayenin içinde oradan oraya aynı anda hem şaşkınlık hem iç burukluğu hem de sevinçle zıplar gibi gider geliriz.
Şekina, Zühre, Nergis...
Bu kitabın hikâyesinden çok karakterleridir okuru yutan. Şekina Hala kitapta kadın cinselliğin yüceltilmesinin ve ataerkillik eleştirisinin somut temsili gibidir. Kitabın diğer karakterlerini geri plana itecek şekilde dikkat çeken Şekina Hala içinde bulunduğu coğrafyaya ve yüzyıla rağmen cinselliğini özgürce yaşamış, bedenini, bedeninin zevklerini tanıyan bir kadındır. Bunu dile getirmekten kesinlikle imtina etmez, aksine zevk alır. Mahremini döker ortaya, mahrem kavramı yoktur zira.
Başı sıkıştığında giysilerini değiştirerek kendini kamufle eder. Ataerkil sistemin baskılarına ataerkil bir temsille cevap verir. Erkek kılığına girer, farklı meclislerde erkek gibi davranarak kendini ve romanın akışı gereği ağabeyini korur. Burada biyolojik ve toplumsal cinsiyet kavramları ile adeta dalga geçildiğini hissederseniz. “Kadın- erkek diye kalın çizgilerle ayırdığınız cinsiyetler işte bu kadar bulanıklaştırılabilir. Bu neyin yaygarası” der gibidir Şekina.
Şekina’nın bir de çok gerilerde bıraktığı bir kız kardeşi vardır. Romanın sonuna doğru Şekina’nın asıl isminin Zühre olduğunu, kardeşi Şekina öldükten sonra hayatına onun ismiyle devam ettiğiniz öğreniriz. Şekina tam bir kimlikler ve cinsiyetler geçişidir. Şekina ile Zühre’nin ilişkisi okura “kız kardeşlik” kavramını hatırlatır. Şekina ve Zühre birlikte mutludur, güçlüdür, hatta oturup bir “Kızlar Manifetosu” yazarlar ki bence romanın en can alıcı yanlarından biri budur. Toplumsal cinsiyet rollerinin ve ataerkil baskıların açık, sade bir eleştirisidir bu manifesto.
Nergis ise eski bir saray üyesidir. Zamanlar ve mekânlar ötesi, gizemli bir karakterdir. Okurken ara ara Nergis’in kitaptaki diğer karakterlerden daha hayali bir karakter olduğu hissine kapılabilirsiniz, çünkü hangi zamana ve mekâna ait olduğunu kestiremeyebilirsiniz. Hadım edilmiş bir harem üyesi olduğunu anladığımız Nergis de kitabın heteroseksist rejim eleştirisinin somut temsilidir.
Nergis, deneyimlerine dayanarak okura kadınlığın ve erkekliğin bir organdan ibaret olmadığını, bir his olduğunu açıkça anlatır. Şekina ile cinsellik üzerinden mizah yapmayı, cinselliği konuşmayı sever. Ailenin bütün kadın üyelerine yoldaş olmuştur, dosttur Nergis.
Baba kitapta silik anılar içinde yer alır, ironik bir şekilde ana karakterin “kadın ataları”nın gölgesinde bırakılmıştır. Ara ara ataerkil çıkışlar yapmak istese de her defasında susturulur. Kız kardeşine “bre” ünlemini kullanmamasını telkin ettiği bir an “Bendeki dili de aynı Allah vermedi mi? Allah ikimize de aynı dili vermedi mi” çıkışı ile köşeye sıkıştırılması romanda baba açısından istisnai bir deneyim değildir.
Ve Venüs!
Kitabımızın ana karakteri, göbek adıyla Venüs, babası, halası ve Nergis ile yaşadığı masalsı hayatı bırakıp evlenince büyük bir duvara çarpmıştır.
Şekina’nın ve Nergis’in anılarıyla dolu mutlu ve ilginç çocukluk geride kalmış, baskılandığı, histerik ve deli diye dışlandığı bir evliliğin nesnesi olmuştur. Öyle ki kocası ve kocasının kardeşi tarafından sinsi bir şekilde öldürülmek istenmiş, Anadolulu Kürt çingeneler tarafından son anda kurtarılarak yaşama döndürülmüştür. Venüs en sonunda büyük bir buhran yaşamış, deli olduğuna inandırılmıştır.
“...Kadınları erkekle delirtir. İçinde yaşamak mecburiyetinde bulunduğu cemiyet, hal ve durum” cümleleri ile yazar Venüs’ün ruh halini ortaya koyar. Venüs öylesine bir depresyon içine itilmiştir ki bir kadına yüklenen “en kutsal” görevi, anneliği yerine layıkıyla yerine getirmediğini ve hatta çocuklarını öldürdüğünü düşünerek kendini suçlamıştır.
Venüs’ün yaşadığı buhran belki de toplumsal cinsiyet normlarının alt üst olduğu bir aileden, ataerkil hegemonyanın boyunduruğuna itilmek istendiği bir aileye geçmesinden kaynaklandı. Venüs belki de kalıplara sığamadı ve yüzyıllar boyunca cinslerine vurulan “deli” damgasını bu şekilde yedi, kitabın diğer güçlü kadın karakterlerinin yanında boynu bükük kaldı.
Heteroseksizm eleştirisi
Kitabı güçlü karakterleri, heyecan verici olaylar örgüsü dışında ilginç kılan pek çok özelliği de var. Bunların ilki yazarın satıraralarına serpiştirdiği insanlıktır. Yazar bu çok sesli romanına günümüz toplumunda marjinalleştirilmiş grupları dahil etmek, onlara da bir temsil hakkı vermek için elinden geleni yapmıştır. Öyle ki kitabın ana karakterine ve kendisine verilen isim Venüs “...fakirlere, zenginlere, dişilere, erkeklere, iki cinslilere, iki cins arasındakilere, çirkinlere, güzellere, bütün âleme yolunu gösteren” yıldızın ismidir. Öyle ki Venüs’ü ölümden Anadolulu Kürt çingeneler kurtarır.
Venüs’ün ilgi çeken bir başka özelliği de anlatımıdır. Venüs’te zaman çizgisel akmaz. Mekanlar arası geçişler keskindir. Hikayenin içinde yürürken kayabilirsiniz, uçarken durabilirsiniz, koşarken zıplayabilirsiniz. Kitabın biçemi bu anlamda écriture feminine’i yansıtan nitelikte.
Yine kadın cinselliğini yazması açısından écriture feminine’e yakın duran ve apaçık feminist bir roman olan Venüs’te yazar mesajlarını didaktik bir tonda vermez. Bilakis hikayeye öyle bir yedirmiştir ki feminist başkaldırma biçimlerini, bir ayrıksılık hissetmezsiniz, kitapla aranıza mesafe koymadan yapılan eleştiriyi anlayabilirsiniz.
Güzel bir romandır Venüs, Türk edebiyatına bir armağandır bence. Her şeyden önce kuralları, kalıpları ve mantığı olan eril yazın dışında kuralsız, kalıpsız ve pervasız bir dişil yazının olabileceğini, kadın bedeninin ve cinselliğinin bazen neşe bazen hüzün içinde anlatılabileceğini, edebiyatın ataerkil normları silebileceğini, cinsiyetçi kalıpları sökebileceğini, heteroseksizm eleştirisi yapabileceğini göstermiş bir romandır. Bu yönden insana umut veren bir romandır, raflarımıza hoşgelmiştir. (HB/YY)