Ahmet Büke'nin 2021 yılında Can Yayınlarından çıkan ve Şubat 2022'de 3. baskısına ulaşan "Deli İbram Divanı" isimli romanı yazarın kendi ifadesiyle deniz edebiyatımıza katkı sağlama amacıyla yazılmış, temelinde sınıfsal bir çatışmanın yer aldığı bir Ege romanı. (1)
Yazarın iktisat eğitimi almış olması ve iktisat tarihi ile toplumcu gerçekçi edebiyat arasında bir paralellik olduğunu düşünmesi (2) romanı sınıf çatışması, sömürülen-sömüren ilişkisi eksenine oturtmasına zemin hazırlamış.
Bu romanda, İzmir Körfezinde bugün Uzun Ada olarak bilinen ve yaklaşık yüz yıldır yerleşimin olmadığı Kösten Adasında takriben 1930 ile 50'li yıllar arasında geçim ekonomisinden kapitalizme geçişle yaşanan dönüşüm ele alınıyor. (3) Kösten Adasının sakinleri geleneksel bir balıkçılık yöntemi olan dalyan balıkçılığı ve çoğu zaman da bu balıkçılığa eşlik eden zeytin işi ile geçimlerini sağlar; ancak, savaşlardan çıkmış genç cumhuriyette yoksulluk Adalılar için ciddi bir problemdir. Adanın yerlilerinden Eczacı Süleyman, Adalıların çaresizliğinden faydalanıp balıkçıları o yıllarda popüler olan yunus yağı çıkarma işine ikna eder. Diğer bir ifadeyle, kendi balıklarını avlamak için kan dökmeyen balıkçıları tüfekle yunus öldürmeye teşvik eder.
Olay örgüsü içinde çatışma tam da burada yatar. Dalyan balıkçıları için yunus kutsal hayvandır; çünkü yunuslar balık sürülerini kovalayarak dalyana girmelerine neden olan dişlilerdir (Büke, s. 116). Yunuslar, balıkları dalyana itince balıkçılara attıkları ağlara takılan balıkları yakalamak kalır. Kahramanımız Terzi Osman'ın babası olan Balıkçı, Balıkçı'nın savaştan arkadaşı Demirci Asım ve Deli İbram, Adalıların yunus yağı işine girmesini istemez, fakat yoksulluğun pençesinde kıvranan Adalılar Eczacı Süleyman'a çalışıp sıcak para kazanmayı, denizden gelecek rızıklarını beklemeye tercih eder. Yıllar içinde tükenen yunuslar Eczacı Süleyman'ı daha da zengin ederken dalyana artık balık gelmemesi, asıl işleri dalyancılık olan Adalıların yeniden yoksulluğa düşmesine neden olur. Yazar Adalıların yaşadığı bu değişimi sömürülenlerden yana bir final yazarak bitirir.
"Deli İbram Divanı"nı benim açımdan özellikle değerli kılan yanı kapitalist sömürü düzeni karşısında yalnızca balıkçıların yaşadığı yoksullaşmaya değil, yunus avına geçişle birlikte yunusların uğradığı zulme de dikkat çekmesi. Balıkçının, arkadaşı Demirci Asım'ın ve Deli İbram'ın yunusların öldürülmesine karşı çıkarken tek gerekçesi dalyana balık sürülerini getirecek dişlileri korumak değildir.
Bu üçlü gerçekten yunusları sever. Öte yandan, balıkçının ailecek aç kaldıkları zaman mecburen yaşlı yunusları öldürüp sattığı ve yunusları öldürebilmek için gereken silahı arkadaşı Demirci Asım'a yaptırdığı zamanlar nadir de olsa yaşanmıştır. Kitapta bu durum bir vicdan meselesi olarak sunulur.
Okur bu noktada çetrefilli sorularla karşı karşıya kalır: Kendisi de aslında biyolojik bir tür olan insanın aç kaldığında başka bir türü öldürmesi ne kadar doğrudur? Neticede insanın çıkarına hizmet edecekse dalyanda balık avlamakla silahla yunus vurmak arasında gerçekten bir fark var mıdır, bu iki eylem de özünde insan-merkezci değil midir? Çevresel adaletin alanına giren bu sorular romanda önemli bir problematik olarak karşımıza çıkar.
Çevresel adalet açısından bakıldığında, yazar insanı besin zincirinde payına düşeni yiyen bir canlı türü olarak konumlandırır ve dolayısıyla insanın doğadan ihtiyacı olan kadarını almasında bir sakınca görmez. Yazarın, dalyan balıkçılığını adil bir balık avı olarak ön plana çıkarması, dalyancıların -kendilerine göre - avlanmak isteyen balığı aldıklarını vurgulaması bu sorular karşısındaki konumunu netleştirmektedir (Büke, s. 66). Deli İbram'ın yunusların Eczacı Süleyman'ın emriyle vurulduğu zamanları bir trajedi gibi tasvir edişinde de insan türünün ihtiyacı dışında başka türleri hedef alması eleştirilmektedir: "Fabrikanın bacasının tüttüğü ilk gün başladılar can almaya. Dişlerine kan değmiş kurt sürüsü gibi denize daldılar. Yaş almış demediler, küçük demediler. Yavrulama zamanı demediler." (Büke, s. 188)
"Deli İbram Divanı" yunuslara yaktığı ağıtla, Yaşar Kemal'in "Deniz Küstü" (1978) (4) romanını çağrıştırdı bana.
"Deniz Küstü"de de yunusların yağları için öldürüldüğü ve Ege'den, Marmara'dan yok edildiği yıllara değinilir. Yaşar Kemal de yunusların topluca öldürüldüğü zamanları oldukça dramatik bir biçimde betimler: "... yunuslar, bir minare boyu kıpkırmızı köpük fışkırtan yunuslar, çığlık çığlığa, martı çığlıkları, yunus çığlıkları kıpkırmızı birbirine karışmış, deniz çalkalanıyor, kırmızı dalgalar kıyıyı boyuyor, kırmızı kan..." (s.65). "Deniz Küstü''nün ana karakterlerinden Selim Balıkçı da yunusların öldürülmesine karşı çıkar. Diğer balıkçıları yunus avlamamaları için ikna etmeye çalışırken "deniz size küsecek, deniz bize küsecek, bu yaptığımız kötülükten sonra deniz bize bir çaça bile vermeyecek... Deniz küsecek" diye isyan eden Selim'i arkadaşları kendi aralarında "Deniz Küstü Selim" diye tiye alır (Kemal, s. 50). Her iki romanda da yunustan yana duranlar toplum tarafından dışlanır, deli diye ötekileştirilir. Bununla birlikte, her iki romanda da okur toplumun dışladığı karakterlerle özdeşlik kurmaya çağrılır; kapitalist düzenin karşısında ezilenin yanında olmaya, yoksulun, kurdun, kuşun, yunusun...
"Deniz Küstü"nün yayınlandığı 1978'den "Deli İbram Divanı"nın yayınladığı 2021'e uzanan yıllar boyunca yunuslar denizlerimize tam olarak dönmedi. Arada geçen onca sene ve çevreci hareketin yükselişi yunusların kendilerini toparlamasına henüz yetmiyor; çünkü artık avlanmaları yasak olsa da (5) insanların denizde yarattığı tahribat geri alınamıyor. Pandemide yunuslar Boğaz'a tekrar geldi diye sevinmiştik. Bense yunuslar -bazen ölü de olsa- edebiyatımıza giriyor diye seviniyorum. Yunus ölülerinin arkasından yas tutanları anlatıyor yazarlarımız bize. Artık kendimizin dışında başka türlere de bakmaya davet ediyorlar bizi. Kendi dertlerimizin yanında başka canlıların başına açtığımız dertleri hatırlatıyorlar, buna hakkımızın olup olmadığını sorgulatıyorlar. Kendimizi dünyanın merkezinde sanmayı bırakıp sadece bir canlı türü olarak yaşadığımızı hayal etmemizi sağlıyorlar. Bu bakımdan, Yaşar Kemal'den yıllar sonra Ahmet Büke'nin yunusları konu edinmesini kıymetli buluyorum. Deniz bize küstüyse denizle barışabilme umudu veriyor bize Büke. Bunun için deli olmak mı lazım? Varsın olalım, deli olalım. Yunuslar gelecekse eğer ve bu devran dönecekse.
(HBM/AÖ)
***
1 Röportaj için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=gJReLtTms0g
2 Röportaj için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=PBTq0_UZoCc
3 Röportaj için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=g-AvhG9qmsU
4 Kemal, Yaşar. Deniz Küstü. 8. Basım. İstanbul: YKY, 2014.
5 Türkiye'de 1983 yılından beri tüm deniz memelilerin avlanması yasak (bkz.).