Şebnem İşigüzel üç yıl aradan sonra olağanüstü bir anlatıyla, Venüs romanıyla karşımızda. Alt başlığı “Bir Aile Tarihçesi, Bir Yaşamöyküsü” olan Venüs, çoşkulu anlatısıyla kadınlık, annelik, evlilik, tarih, aile, insan denilen muamma ve hayat denilen macera hakkında bize çok incelikli şeyler söylüyor ve konuşulmayı, dillendirilmeyi, okunmayı fazlasıyla hak ediyor.
1993 yılında yayınlanan ilk kitabınız Hanene Ay Doğacak’tan bu yana yirmi yıl geçti. Çok genç yaştan beri bir yazar kimliğiyle yaşıyorsunuz. Nasıl bir duygu bu?
Valla ben de geçen gün bunu düşündüm. İmza günüm vardı ve aslında yapmam imza günü, Robinson Kitabevinin kıymetli hatırı için kabul etmiştim. Heyecanlıydım o gün. Sanki ilk defa okurumla yüzyüze gelecekmiş gibi, sanki ilk kitabı yayınlanmış bir yazarmışım gibi. Sonra “Yahu ben yirmi yaşımdan beri yazar kimliğimle varım,” dedim kendi kendime. Tuhaf ama sanki o an heyecanımı yatıştırmaya çalışırken bu durum kafama dank etti. Yazarlık başımın üstünde pırıl pırıl parlayan bir taç. Ama ben onu yazı masamın başında geçtiğimde başıma iliştirmeyi seviyorum. Yani yazarlık gösterimi romanlarımı yazarken yaparım. Ama hayatta bu gösteriyi layığıyla yapanları bunun için yazanları ve yaşayanları yadırgamam. Şu güzel elbette hiç tanımadığınız insanların yazdıklarınızı dolayısıyla sizi sevmesi sizinle teselli bulması, mutlu olması.
Twitter’da “teselli bulmak, avunmak için yazıyorum,” dediğinizi hatırlıyorum…
Tweetlerimi bir kitapta toplamayı düşünüyorum. Şaka tabii. En kötü tarafı bu Twitter’ın. Suya yazı yazmak gibi, hem var hem yok. Kimi zaman en güzel cümlelerimi oraya yazdığımı düşünüyorum. Zamanın hızı. Elbette şahane bir doğası var Twitter’ın. Gezi Direnişi’nde gördük bunu. Yazarak teselli bulmaya gelince, öyle… Bir çocuğun oyun oynama huzuru ve mutluluğu gibi birşey yazmak. Onda herşeyi bulursunuz.
Siz çok kabaca bir aile tarihçesi, bir yaşamöyküsü anlatmak istedim diyorsunuz ama çok daha fazlası gömülü Venüs’te. Psikanaliz var mesela…Bu roman nasıl ufukta göründü? Ne size ilham verdi yazdınız?
Geceleri kimi zaman gökyüzünde iniş için sıraya girmiş uçakları görürüm. Benim zihnimde de yazmayı hayal ettiğim romanın parçaları öyle aslında. Peşisıra beklerler. Bir rüyadan parçalar gibi görünürler önce. Venüs için sandalda doğum sahnesiydi bu. Hep ilk defa yazıyormuş duygusuyla başlarım.Sanki daha önce sadece alışveriş listesi yazmışım gibi. Bir nörolog yaratıcılığı beynin kısa devre yapma anı olarak açıklamış. İşte o anda uçaklar teker teker alana iniyor, roman kendisini size yazdırıyor.
Peki psikanaliz ? Romanın temelini oluşturuyor çünkü…
Psikanalizle epey derinden ilgilendim.Ruhsal bir kazı. Yazmakta öyle esasında. En temelde insan ruhunda yaptığınız bir kazı. Öte yandan psikanaliz nöronun daha keşfedilmediği bir zamandan kalma ilkel bir kazı. Ama ilkelliği insani olmasını sağlıyor.Bu zamana aykırı olacak kadar da yavaş ilerleyen bir tedavidir.Vakti, parası ve ruhundan sökmek istediği paslı çivileri olanlara tavsiye ederim. Ben hayatta kendime çok soru sorarım. Özellikle bana nedensiz ve tekinsiz görünen eylemlerim karşısında. Anlatmak, yazmak aslında psikanaliz ve yazmak arasında bir göbekbağı var.
Venüs’ün akıllardan silinmeyecek kadın kahramanları var. Okura çok güçlü duygular geçiriyorlar. Özellikle Şekina’nın bayağı olmadan konu etmenin güç olacağı erotik maceralarını nasıl yazabildiniz ?
Bir okurum isyan etmiş çok güldüm, “Grinin Elli Tonu’nu değil Venüs’ü okuyun daha fazla haz alırsınız,” diye…Hislerin beslediği şey bayağı olmuyor. Kaldı ki bayağı şeyler bizi bambaşka biçimde besler. Bayağı olmak doğuştan öyle olmayı gerektirir çünkü. Bu daha zordur bence. Sadece Şekina’nın erotik maceralarını yazarken epey eğlendiğimi söylemeliyim. Sanırım modern olmayanan bugüne ait olmayan bir kafanın cinselliğini, fantazilerini tahayyül ettim. Londra’da o dönemin pornosunu yaptılar aslında. Utangaçlığımı kırdığım tek yer masa başı. Yazmak maskem gibi.
16. yüzyılı nasıl hayal ettiniz peki ? Romanlarınızda ilk defa beliren bir yüzyıl bu öyle değil mi?
Evet ilk defa o kadar geriye gittim. Valla ben de çok sevdim o bölümleri yazarken. Önceden psikanaliz gibi derin bir 16. yüzyıl okumam olmuştu. Onun ekmeğini yedim.
Bir cümleyle geçen büyük tarihi bilgiler var. Sözgelimi 16. yüzyılda Sultanahmet meydanının açılması sonucu şehri basan kemirgen hayvanlar gibi...Bilgiyi çok ölçülü kullanmışsınız. Bunu neden tercih ettiniz?
Tarihi konu ederken böyle olmalı bence. Okurun üstüne bilgiden çok o zamanda yaşıyormuş hissini boca etmek lazım. Zor bir kimyayı hazırlamak gibi. Çünkü insan bilgisini kusmak için kendisini zor tutuyor.
Venüs’te tarih için “Tarih olanı değil olmayanı yazar, olanı saklar,” diyorsunuz. Romanın, Meşrutiyet ile açılan, İttihatçileri, İstanbul’dan sürülen Ermeni aydınları ve Cumhuriyet’i konu alan siyasi bir çizgisi var. Hatta 16. yüzyılın panaroması… Bu siyasi çizgiyi insani bir trajedinin içinde yerleştirmeyi özellikle mi tercih ettiniz?
Evet. Kahramanımın hikayesinde trajedi var. Siyaseti de bu trajedinin ayaklarının dibine gömmek gerekti. Tıpkı romanda muşmula ağacının altına gömülen şeyler gibi. Ana eksen siyaset olmamalıydı ama varlığını da inkar etmemeliydik. Kaldı ki başımıza ne geldiyse inkarın, inkarından geldi. Venüs’te içten içe herşeyin kafi olmasını istedim hatta diledim diyebilirim. Bunu da mantığımla değil sezgilerimle, hislerimle yaptım. Zaten insanların ruhuna işleyen şeyler mantıktan çok kalple sezgiyle yaratılanlar arasından çıkıyor.
Venüs’ün eksik parçaları nedir sizce?
Demek var ki soruyorsunuz bunu…Trajedisini dinlediğimiz kahramanımın kırık aşk hikayesi, Balıkçı Hasan biraz daha yazılmayı hak ediyordu sanki. Şekina’yı yanlışlıkla Londra’ya götüren vapur yolculuğu mesela yazılabilirdi. Şekina’nın Londra hikayesi bir gıdım daha can bulabilirdi belki. Romanın 16. yüzyılda geçen bölümünde bir bölüm daha yazmak içimde kaldı aslında. (MKÇ/AS)