12 Eylül 1980'in üzerinden 29 yıl geçmiş. Toplumun hafızasında ve hayatında o denli derin izler bırakmış ki; hâla 12 Eylül, darbe ve darbenin yarattığı tahribatın izleri konuşuluyor.
Hatta darbenin derinleştirdiği sorunların çözümünün "yol haritaları" toplumun gündemini oluşturuyor. Kürt Meselesi bunların en başta geleni elbette...
Yıldıran, sadist ve zalim
Nedense 12 Eylül ve Kürde ait yaşanmışlıklar söz konusu olduğunda Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi'ni düşünürüm. Cezaevini düşünürken de oranın komutanı Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran'ı anımsarım.
Komutan'dı, çünkü kendisini öyle adlandırmaktan hoşlanan ve kelimenin tam anlamıyla sadist biriydi. "Sizi yola getireceğim. Hafızanızı silip, sizi, en yakınlarınızın bile tanıyamayacağı yeni kişiliklere büründüreceğim" ilkesiyle yola çıkmış bir zalimdi Yüzbaşı Esat...
Hasan Cemal'in kitabı Kürtlerin ilk 38 sayfasının sahibi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası'nın eski yönetim Kurulu Başkanı rahmetli Felat Cemiloğlu, PKK'ye para yardımı yapmaktan Diyarbakır beş noluya düşmüştü, muhasebecisi Bedii Tan ile birlikte. (Bedii Tan şimdilerin popüler siyasetçisi Altan Tan'ın babası) Bedii Bey, Esat Oktay Yıldıran'ın işkenceleri sonucu hapse atıldığının hemen ertesinde işkence sonucu ölmüştü.
Felat Bey: Yaşım 30'larda olsaydı dağa çıkardım
Felat Cemiloğlu ise çıktığında bütün dişlerini çektirip yerine takma diş yaptırmıştı. "Bana dışkı yedirdiler. Ancak dökülenlerle birlikte sağlamlarını da söktürüp yerine takma diş yaptırarak ağzımdaki pisliğin yarattığından kurtulabilirdim. Aslında içerde birçoğumuza aynı zulmü reva gördüler de ben çıkıp bunu anlattım. Ve dışkı yedirme olayı benim şahsımda ifşa oldu işte" deyivermişti.
Çıktıktan epeyce bir süre sonra 90'lı yıllarda birlikte bir dostun yakınının vefatı nedeniyle taziye evinde otururken Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi konusu gündeme geldiğinde, cemaate hitaben yüksek sesle şunları paylaşmıştı Felat Bey: "Çıktığımda eğer yaşım 30'lar civarında olsaydı samimi olarak ifade ediyorum o işkencelerden sonra dağa çıkardım".
Sohbette sadece gözlerine bakarım...
İşte, nedense toplum olarak öyle bir hale geldik ki; en büyük felaketin yaşanan travmaları kanıksamak olduğu noktasına gelip takıldık. Bugün Diyarbakır 5 Nolu'da yaşananları herhangi bir psikologa birinin anlatması söz konusu olduğunda, en basitinden 'o acıları yaşayan birinin çıktığında delirmemişse eğer ciddi sosyal sorunları olabileceğini ve ruhen tedavi edilmesi, rehabilitasyona tabi tutulması' gerektiğini ifade ederler.
O günlerin her Diyarbakır 5 Nolu'sundan çıkmış biriyle bir şekilde karşılaştığımda, buluştuğumda, sohbet ettiğimde sadece gözlerine bakarım. O gözlerde o günleri yaşanmışlığın hüznünü, acısını görür / görmek isterim.
Aziz Nesin'in hayal gücü bile az geldi!
Bir kez daha bu vesileyle yazıyor olmamın hiçbir sakıncası yok. Anlatılan yıllarda Aziz Nesin Diyarbakır'a gelmişti. Bir vesileyle Diyarbakır 5 Nolu'da yatıp çıkmış kimi arkadaşlarla da görüşmüş ve onları dinlemişti. Sonunda da "Yahu çocuklar ben bir yazar olarak hayal gücümün çok iyi olduğunu sanırdım. Sizin hayal gücünüz benden de fazlaymış" diyerek beş nolu yaşanmışlık anlatılarına inanamamıştı.
Evet! İnanmamak! Sanırım adı Kürt Sorunu olan ve 12 Eylülle daha da derinleşen sorunun bırakın entelektüel camiayı, sıradan Türk insanının algısında da bir inançsızlığa denk düştüğünü bilmem ifade etmeye gerek var mı? Ve tabii ki kanıksayıp, önemsememek! Dünyanın herhangi bir köşesindeki sıkıntıyı kendi sıkıntımız gibi düşünür sahip çıkıp destek olur hatta yaşatanları protesto ederken yanıbaşımızdaki sorunu önemsememek!
Yüzbaşı Esat "Korku Krallığı" yaratmıştı...
İşte sanırım bugün bütün bir Cumhuriyet döneminin 80 küsur yılı boyunca kucağında büyüterek bugünlere getirdiği, 12 Eylül darbesinin de en kaba tabiriyle derinleştirdiği bir sorunla; Kürt Sorunuyla karşı karşıyayız.
Sorunun bugün artık uluslararasılaşan devasa boyutuna, iç politikada parlamento muhalefetine, "ilkel milliyetçi" bir anlayışla gündelik politikaya kurban etmeye gayret eden CHP ve MHP gibi aktörlerle uğraşmaya çalışırken siyasal iktidarın da "canına minnet" kabilinden "sulandırıcı" argümanlarına kurban oluyoruz.
Esat Oktay'ı anımsıyorum dedim ya! Yapı olarak ölümler birçok insan tekini üzer. İtiraf edeyim ki, anılan 80'li yıllarda Diyarbakır 5 No'luda Yüzbaşı Esat o denli bir "Korku Krallığı" yaratmıştı ki, Diyarbakır sokaklarında bile fısıltı halinde, kapı aralarında insanlar Yüzbaşı Esat'ın "içerdeki" zulümlerini konuşuyorlardı.
Üzülmedim, "belasını buldu" deyiverdim
Bu nedenle yıllar sonra bir akşam vakti radyo haberlerinde İstanbul'da bir halk otobüsünde Diyarbakır 5 Nolu'nun "eski patronu" Esat Oktay Yıldıran'ın vurularak öldürüldüğünü duyduğumda hiç üzülmemiştim. "İşte bu kadar, yaptığı onca zulmün belasını buldu" deyivermiştim.
Bugün Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi, Bakan Mehdi Eker'in basına verdiği ve bir daha da üzerine konuşmadığı kadarıyla "okul" yapılmak isteniyor.
İşin doğrusu bunca acıların yaşandığı, en az 50 insanın çeşitli şekillerde öldürüldüğü, işkencenin bütün yöntemlerinin kurallı olarak uygulandığı, dünyanın en kötü on hapishanesi arasında sayıldığı bir hapishaneden okul yapmak herhalde ancak bizim tuhaf ülkemizde dile getirilir.
Oysa dünyada bu tür dönemsel tanıklıkların yaşandığı ve tarih yazılırken bu türden mekânlar üzerinden yeniden bir tarih yazıcılığının dikkate alındığı çok çarpıcı örnekler vardır. Mesela Nazi Almanya'sındaki Yahudi Katliamı için çok çarpıcı bir örnek olan "Auschwitz kampı" bugün artık devlet müzesidir.
12 Eylül'ün Kürde değen yüzü
Yine bu tür katliamlara, acılara tanıklık eden çok değişik müzeler dünyanın değişik ülkelerinde vardır ki; oraları dolaştığınızda o günleri sanki yeniden yaşıyor gibi olursunuz.
İşte beş nolu böyle bir yerdi. 40 koğuşu ve 80 hücresi ile uygulamalı bir işkence, ölüm ve yok etme merkeziydi. Kürt halkının siyasetçilerine, entelektüellerine, bir halka "ders" olsun diye aklın hayalin almayacağı acılar yaşatılmış bir merkezdi Diyarbakır 5 No'lu.
Bugün ifade etmek gerekiyor ki; koca bir ülkeye zulmüyle abad olmuş bir dönem olan 12 Eylül'ün Kürde değen yüzü benim cephemden Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'dir. Kürt, ateşin ve ihanetin içinden o zindan koşullarında adeta yeniden doğmuştur.
İki açıdan bundan neredeyse otuz sene önce "okul" olarak "uygulamaya" tabi tutulmuş beş nolu. Bunlardan biri başarısızlığa uğramış, diğeriyse Kürdün haklı talepkârlığını bugünlere taşımıştır.
5 No'lu, asimilasyonun okulu yapılamadı
Yüzbaşı Esat "Burası bir okuldur. Sizler de öğrencilerim. Sizleri adam edeceğim" diyordu 80'li yılların zindanında. Esat, bütün zalimliğine rağmen 5 No'luyu reddin, inkârın, imhanın ve asimilasyonun okulu yapamadı. Ama o zindanda o acıları yaşayan Kürt siyasetçileri orayı daha o yıllarda "okul" yaptı. Ve bugün bütün acılara, kayıplara, felaketlere karşın Kürt Sorunu mevcut haliyle "çözüm" sürecini zorluyorsa işte o yıllardaki Diyarbakır beş noluda oluşan "okulluların", bir başka tabirle "telebelerin" kararlılığının semeresidir.
Yeniden devleti okulu yapılmasına hayır!
Bu sebepten bugün orayı yeniden ve tersten üstü örtülü bir manipülasyonla devletin resmi okulu haline getirmek için gayrete göstermek, tek kelimeyle o yılları ruhunda ve bedeninde yaşamış, bugün aramızda olan ya da olmayan şahsiyetlerin kişiliğine hakarettir.
5 No'luda yatıp acı çekmiş hangi babanın evladı her sabah o okulda gidip de ant içecek, sorarım sayın bakana. İyisi mi kulak vermek o yılların tanıklarına!
Her bir koğuşunda ve hücresinde ayrı tanıklıkların bugünlere taşındığı bir "Hak, hukuk, insaniyet ve yüzleşme müzesi" olmalı Diyarbakır 5 No'lu. Ve ibret-i alem için de dünyaya teşhir edilmeli 5 No'lu. Belki özür ve telafi mantığı Kürt cephesinden 12 Eylülün yüz karası olarak böylece hal yoluna girer. (ŞD/EÖ)
* Bu yazı Mülkiyeliler Birliği'nin 12 Eylül Bülteni'nde de yayımlanıyor.