Başbakan Ahmet Davutoğlu bugün Mardin'i ziyaret ediyor ve Mardin Artuklu Üniversitesi'nde de Kürt sorununun çözümüne ilişkin 'master planı' kamuoyuna açıklayacak. Bu kısa değerlendirme, bölgeden ve aynı zamanda 'barış için akademisyenler'in 'barış bildirisi'nde imzası olan bir akademisyenin 'farklı' gelebilecek görüşlerini ifaden bir yazıdır.
Ahmet Davutoğlu daha çok akademisyen kimliği ile ön plana çıkan ve bunu fırsat buldukça vurgulamaya çalışan bir başbakan. Bu açıdan konuşmasını üniversitede yapması ve Kürt sorununda geleceğe ilişkin planlarını akademik bir ortamda açıklaması doğru bir adım olmakla beraber, hemen akabinde, acaba Başbakanın üniversitedeki konuşması bundan sonra sorunun akademik ortamda, özgürce tartışılmasının önünü açacak mı, sorusu ister istemez akla geliyor. Çünkü malum, devletten farklı düşünen, devletin politikalarını eleştiren ve bu fikirlerini sosyal, siyasal ve akademik bir sorumluluk çerçevesinde kamuoyu ile paylaştıkları için soruşturulan, soruşturulmaya devam edilen, görevlerinden uzaklaştırılan, işlerine son verilen akademisyenlerin olduğu bir Türkiye ve üniversite gerçekliğinden geçiyoruz.
Bu durum, yani bundan sonra sorunun nasıl tartışılacağı ve farklı görüş ve önerilere açık olup olmayacağı sorusu, sayın Başbakan'ın akademi kürsüsünden yapacağı konuşmanın içeriği ve buradan vereceği mesajlarla da ilintili olacaktır. Bunun yanında, 'yeni sürec'in planlanması konusunda Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun son zamanlardaki görüşmeleri ve konuşmaları izlendiğinde daha çok ekonomik-güvenlik eksenli bir politikanın bu 'master planı'nın ana gövdesini şekillendireceği gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Fakat, "Bu iki husus da meselenin önemli boyutlarını ihtiva etmekteyse de uzun dönemli ve kalıcı bir çözüm için bizzatihi yeterli değildir" (Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 2001:447).
Diğer yandan daha çok hükümete yakın medya çevrelerinden ve yine hükümet yetkililerinin açıklamalarından ortaya çıkan bir diğer yaklaşım, bundan sonraki 'muhataplık' ilişkisine yönelik yaklaşımdır. Buna göre, önümüzdeki süreçte muhatap PKK ve onun 'uzantıları' olmayacak, fakat 'halk'ın kendisi muhatap alınacaktır. Burada 'halk'tan kasıt, yine onun 'temsilci'si olarak görülen kanaat önderleri, din adamları (şeyhler), hükümete yakın STK'lar ve yine hükümet ile aynı paralelde düşünen, fikir üreten akademisyenler olarak ön plana çıkıyor. Burada da din 'ortak payda'sının ve yine bu 'ortak payda' üzerinden 'kardeşlik'in, 'master planı'nın sosyal boyutunu oluşturacağı görünmektedir. Fakat, din olgusunun Kürt toplumunda önemli bir parametre olduğu gerçeği, sorunun da 'din' eksenli çözülebileceği sonucunu çıkarmıyor. Yine hükümet ile paralel düşünmenin de, aynı zamanda sorunun çözümünün farklı yönlerini görememek gibi bir akademik körlük'ü beraberinde getirebileceği unutulmamalıdır.
Eğer yüzyıllık Kürt sorununun, kolektif hakları da içeren siyasal, kültürel ve 'sınır-ötesi' boyutları görmezden gelinip, güvenlik üzerine inşa edilen, ekonomik tedbirler ve 'din' ile desteklenen politikalarla kalıcı bir çözüme kavuşturulabileceği düşünülüyorsa, şimdiden bunun bölgedeki 'stranç oyunu'nda yeni 'kısır döngü'lere yol açacağını belirtmekte fayda vardır. Davutoğlu (age, 440)'nun ifade ettiği gibi;
"Satranç oyununda taşların kimliklerinden ziyade oyun içinde oynayabilecekleri rol önem taşımaktadır. Bütün bu oyun içinde en çok kaybeden ise kısır döngüde daha hızlı döndükçe zafere yaklaştığı vehmine kapılan, ama her dönüşte daha fazla enerji ve kaynak kaybeden bölge halkları olmaktadır".
Akademisyen Davutoğlu'nun 2001 yılındaki çalışmasının Kürt meselesi bölümünde, bölge halklarının aşiret-asabiyet ilişkisi üzerine kurulu çatışma mekaniği ve dış güçler ile ilişkileri üzerine yapmış olduğu bu analizinin günümüzde bölgedeki -Türkiye dahil- devletler ve bölgenin politik yaşamında birer aktör konumundaki diğer güçler için doğru bir ifade olduğunu belirtmek gerekir. Bununla beraber Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun bugünkü yaklaşım tarzının, kendisinin bu analiz çerçevesinde hareket etmediğinin ya da başında bulunduğu hükümetin ve sorumlu olduğu devlet organlarının bu çerçeve dahilinde hareket etmediğini göstermektedir.
Bir akademisyen olarak sadece fikirlerini ve devlete yönelik eleştirilerini ifade eden akademisyenlere yönelik sarf ettiği sözler ve takındığı tutum bir yana, bugün Cizre, Silopi, Sur, Nusaybin, Silvan, Dargeçit gibi ilçelerde sokağa çıkma yasağı sırasında devlet güçleri kaynaklı insan hakları ihlallerine yönelik tutumu da, aynı zamanda, on altı yıl içinde Davutoğlu'nun bir akademisyen olarak bölge gerçekliğinden ne kadar koptuğunu göstermektedir. Burada devlet kaynaklı insan hakları ihlalleri ile devlet dışı güçlerin insan hakları ihlallerinin aynı kulvarda değerlendirilemeyeceğini belirtmekte fayda bulunmaktadır.
Bir akademisyen olan Davutoğlu'nun bugün için de geçerli olabilecek ifadelerini güncelleştirdiğimizde -Türkiye bazında- 'kısır döngü içinde' bulunanın ve 'hızlı döndükçe zafere yaklaştığı vehmine kapılan'ların devlet ve PKK -her iki yönden gelen açıklamalara bakıldığında- olduğu, fakat enerji ve kaynak kaybına uğrayanların ise bütün olarak bölge halkları olduğu ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan bölgenin herhangi bir yerindeki bir 'kısır döngü'nün sadece yaşandığı bölge ile sınırlı kalmadığı ve özellikle kendisine komşu bölgeleri yakından etkilediği de son yıllardaki deneyimlerle açığa çıkmış bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.
Buradan hareketle, böylesi bir 'stratejik derinlik'e sahip bir akademisyenin başında bulunduğu hükümetin, sınırın diğer tarafında bulunan Suriye'deki Kürtleri ve onların temsilcilerini 'terörist' olarak tanımlayıp ilişki kurmamasını, hatta dünyanın geri kalanının da ilişki kurmasını engellemeye çalışmasını 'bölge gerçekliklerinden kopuş' olarak tanımlamak mümkün olmaktadır.
Bu bağlamda, bir akademisyen olarak, akademisyen kimliğini fırsat buldukça vurgulayan Başbakan Ahmet Davutoğlu'na önümüzdeki sürece ilişkin bizzat kendi analizleri çerçevesinde şu soruların sorulması gerekliliği ortaya çıkmaktadır;
1- Durum ne olursa olsun, oradakiler kim olursa olsun, Cizre'de günlerdir bir evde mahsur kaldığı ifade edilen ve ambulans talebinde bulunan yaralılara sağlık hizmeti veril(e)memesi, 'kısır döngü'yü daha da içinden çıkılmaz hale getirmemekte midir?
2- Sokağa çıkma yasakları sırasında özellikle Silvan ve Sur'da görülen duvar yazılarının, Nusaybin, Cizre, Silopi'deki zırhlı araçlardan ırkçı marşlar çalınmasının, Şırnak'ta cenazenin zırhlı araçla taşınması ve bunun 'ibret' olsun diye kameraya çekilmesi ve yayınlanmasının, Silopi'de günlerce cenazelerin dışarıda bırakılmasının ve onları almaya gidenlerin üzerine ateş açılmasının 'kısır döngü'yü çözücü nasıl bir etkisi olabilir?
3- Kürt illerinde yaşanmış hiç bir faili meçhul cinayetin sorumlularının cezalandırılmadığı gerçeğinin söz konusu 'kısır döngü' ve sonuçları üzerinde nasıl bir etkisinin olacağı düşünülmektedir?
4- Yine, 'kısır döngü', 'çatışma', 'enerji ve kaynak kaybı' ifadeleri çerçevesinde, AKP iktidarı döneminde gerçekleşen en önemli 'faili meçhul' olay olan Roboskî katliamının sorumlularının 'hala' ortaya çıkarılmamış olmasının, Kürtlerin devletle olan ilişkisi üzerine etkisi nasıl olmuştur/olacaktır?
5- Sokağa çıkma yasakları sırasında 200'ün üzerinde sivilin hayatını kaybettiği, yüzlerce evin yıkılmış olduğu, on binlerce insanın evinden, şehrinden göç etmek zorunda kaldığı insan hakları kuruluşlarının raporlarında ifade edilmektedir. Bu ortamda hükümetten gelen 'hiçbir sivil kaybı yaşanmamıştır' benzeri açıklamaların; 'gittikçe uluslararası bir nitelik arz eden' Kürt meselesinde yeniden yüzyıllık 'güvenlik' eksenli politikalara dönüş yapmanın; buna paralel olarak mahallelerde bile 'güvenlik noktaları' (mahalle-kol) oluşturmanın bölgeyi yeniden ve daha hızlı dönen bir 'kısır döngü' içine çekebileceği öngörülmekte midir?
Bu soruların ışığında yeniden tekrar etmek gerekir ki, bütün bunların sorumlusu bölgede egemenlik sahibi olarak devletin kendisidir ve çözüm sorumluluğu da devlete aittir. Dolayısıyla, bölge haklarının yeniden bir kısır döngüsel çatışma içinde daha fazla enerji ve kaynak kaybı yaşamamaları için;
- Sokağa çıkma yasaklarının, kalıcı çözüme yardım etmediği gibi yeni acılar üzerinden sorunları derinleştirdiği görülerek sona erdirilmesinin ve çözüme yönelik diyalog yolunun tercih edilmesinin;
- Sokağa çıkma yasağı sırasında yaşanılan bütün 'insan hakları ihlalleri'nin bağımsız komisyon ve heyetlerce incelenme yolunun açılması, soruşturulması ve sorumluların cezalandırılmasının;
- Cizre'de bir bodrum katında mahsur kalan insanlara bir an önce sağlık hizmeti ve ambulans sağlanmasının; bu konuda yardıma giden ve İdil'de durdurulan hekim ve sağlık çalışanlarına ile yine yardıma hazır olduğunu ifade eden aydın ve sanatçılara yol açılmasının;
- Kürt sorununda 'devlet aklı' dışında fikir ve öneri ortaya koyan aydınların, akademisyenlerin, sanatçıların ve siyasetçilerin karalanması, ötekileştirilmesi, 'şeytanlaştırılması', tehdit edilmesi ve en önemlisi soruşturulması gibi anti-demokratik uygulamalara son verilmesinin;
önümüzdeki süreçte özel olarak Kürt sorununda kalıcı çözüm ve genel olarak daha demokratik bir Türkiye için önemli adımlar olacağı aşikardır. Yine bu adımlar bu topraklarda yaşayan halkların birbirleriyle kısır döngüsel bir çatışma içinde enerji ve kaynak kaybı yaşamalarının da önüne geçebilecek 'yeni' bir başlangıca ve diyalog sürecine de zemin hazırlayacaktır. Tersi politika ve uygulamalar kısa vadede 'çözüm' getirse bile, uzun vadede 'bölge halklarının daha fazla enerji ve kaynak kaybı' yaşamalarının önüne geçemeyecektir. (NK/HK)