Türkiye ve Kürtler yeni bir ilişki tarzı geliştirmek durumundadırlar. Bu artık bir tarihsel zorunluluk halini almış durumda ve bunu zorlayanlar siyasetçiler değil sokaktaki gençler, onların kazdıkları hendekler, kurdukları barikatlar oluyor son 5 aydır. Son 5 aylık pratikleriyle bu gençler sadece sokağa çıkma yasağının uygulandığı Kürdistan şehirlerinin değil bütün bir ülke sathının siyasal, ekonomik, politik iklimini değiştirdiler, değiştirmeye devam ediyorlar. Buna karşılık 'yeni' olma iddiasındaki hükümet-ki artık devletin kendisidir- bir kez daha 'çözüm'ü 'cumhuriyet' ayarlarında dönmekte buluyor. Askeri operasyon, öldürme, sindirme ve göç ile yeniden 'düzen' tesis etmeye çalışıyor devlet. Yani kısacası Kürtlerle ilişkiyi yeniden, bir kez daha, 'tedip ve tenkil harekatı' üzerine şekillendirilmeye çalışıyor 'yeni' olduğunu iddia eden devlet ve hükümet aklı.
Bunları yaparken de sırtını seçimlerde aldığı büyük oy oranlarına, gözaltı ve tutuklamalarla yaratmış olduğu toplumsal sessizliğe dayıyor. Bu sessizlik ortamında şehirler günlerce kuşatma altına alınmaya, insanlar ölmeye devam ediyor.
Son 5 aylık süre içinde Suruç ve Ankara katliamları hariç 124 sivil insan hayatını kaybetmiş sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı yerlerde, bunların 41'i son iki haftada hayatını kaybetmiş siviller TİHV'na göre. Aralarında 30 günlük, 3 aylık bebekler, 12-13 yaşındaki çocuklar, 70 yaşındaki yaşlılar var. Dolayısıyla 5 aylık bir katliamın günlere yayılmış, ya da taksitlendirilmiş bilançosu ile karşı karşıyayız. Durum böylesi vahim bir halde iken kamuoyunda ise tersi bir şekilde vahim bir sessizlik sürüyor. Her ne kadar son günlerde bu sessizlik bir nebze olsun kırılmış görünüyorsa da, akademi -özellikle de bölgedekiler- hala soruna duyarsızlığını sürdürmektedir.
Eleştirel ve bilimsel bilgi merkezleri olması gereken ve bu gibi toplumsal sorunlara devletin resmi ideolojisi ve hükümetin resmi görüşü dışında eleştirel yaklaşıp çözümler üretmesi beklenen üniversiteler sessizliklerini sürdürmektedirler. Medyada sürekli yer alan bazı akademisyenlerin eleştirel çıkışları dışında batıdaki üniversitelerde son dönemlerde yükselen ses, Türkiye'deki üniversite ve 'akademisyen' sayısı ile karşılaştırıldığında gerçekten de çok cılız kalmaktadır.
Bu durum 'bölge' üniversiteleri bağlamında daha çok geçerli olmaktadır. Mardin, Şırnak, Batman, Dicle, Hakkari, Van ve diğer illerin hepsinde birer üniversite ve bu üniversite içinde azımsanmayacak kadar 'akademisyen' mevcut, fakat 5 ay içinde buralardan çıkan ses ve 'çözüm' önerileri yok denecek kadar az. Halbuki son 5 aylık çatışma sürecinden en çok etkilenen söz konusu üniversiteler olmuş/olmaktadır. Çünkü en basitinden söz konusu bu üniversitelerin öğrenci profilini çok büyük oranda çevredeki illerden ve sorunun yaşandığı yerleşim yerlerinden gelen öğrenciler oluşturmaktadır.
Böylesine bir sessizliğe karşı vicdani bir refleks olarak Mardin Artuklu Üniversitesinden bir kaç akademisyen (4 kişi!) olarak, en azından 'gözlem'de bulunmak amacıyla Nusaybin'e ve yasakların uygulandığı mahallelerde bir 'göz' atmaya gittik. [1]
Vicdani bir refleks ve sorumlulukla ve sadece anlamaya yönelik bir girişimdi bizimkisi. Çünkü öğrencilerimizin büyük çoğunluğu çevredeki il ve ilçelerden, hiç olmasa akrabaları, yakınları, o da olmasa yakınlarının yakınları var söz konusu yerleşim yerlerinden ve oralardan gelen haberler kötüleştikçe, acılar burada yankılanıyor. Bazıları derslere gelemiyor, gelenler derslere yoğunlaşamıyor ve dolayısıyla da hem kendileri hem hocaları olarak bizler derslere motive olmakta zorlanıyoruz. Bu durum akademik takvimin başından beri giderek daha da ağırlaşıyor, sessizlik bir yük olarak biniyor hepimizin sırtına. Çevredeki yangın yayılırken, söndürmek için bir damla su bile değerli oluyor.
Yasak sonrası Nusaybin
Nusaybin yedi defa sokağa çıkma yasağı ile karşılaşmış 116 bin nüfuslu, ortasından çağ-çağ deresinin geçtiği, ipek yolu üzerinde büyükçe bir ilçe. Bu yasaklar sırasında 22 sivil hayatını kaybetmiş TİHV verilerine göre.
1990'ların ortalarındaki köy boşaltmaları sonucu nüfus artmış, yeni mahalleler oluşmuş. Olayların başladığı mahalleler de bu sonradan oluşmuş mahalleler. Travma üzerine kurulan mahalleler, toplumsal hafızanın da canlı olduğu yerler ve yanlış dokunuşlar bu hafızanın yeniden ortaya çıkmasını beraberinde getiriyor. Bu nokta özellikle neden-sonuç ilişkisinde hendekleri ilk tarafta sayanların yeniden düşünmesi gereken önemli bir nokta.
Nusaybin'de sokağa çıkma yasağı kalkmasına rağmen söz konusu mahallelerin giriş çıkışlarında, sokak başlarında zırhlı araçlar varlıklarını devam ettiriyor. Daha önce dört mahallede var olan hendek ve barikatlar ilçenin bir başka mahallesine de yayılmış durumda ve bu da yangının yayılmaya devam ettiğinin bir göstergesi.
Diğer yerlerde olduğu gibi Nusaybin'de de hem içe (çatışmaların olmadığı mahalleler) hem de dışa (çevre il, ilçe ve köyler) bir göç söz konusu, büyük bir bölümünün artık iki yerde evi var. Birisi yasaklar sırasında kullandıkları, yasak başlayınca 'misafir' oldukları, diğeri de yasaklar geçince tekrardan döndükleri mahalle içindeki kendi evleri. Yasaklar başladığında sürekli tekrar eden bir ritüel gibi akrabalara doğru yeniden bir göç başlıyor. Kısacası toplumsal bir travma yaşıyor bütün bir kent/ler ve o travma 'çevre'deki bizi de sarıyor zaman içinde.
Yaşlı teyze lisedeki başarılı oğlunun çatışmalardan etkilenip artık okula gidemediğini, ders çalışamadığını söylüyor. Bir başkası 'ölsek de evimizden ayrılmayız' diye tepkisini açığa vuruyor. Yaşlı bir amca da işlerin durmasından, artık iş yapamamaktan, sokaklarda biriken çöplerden şikayet ediyor. Onun eleştirisi çift yönlü, devlet ve 'gençlik'e yönelik. Bazı yerlerde ise balkonlara beyaz bayraklar asılmış, 'onlar barış bayrağı' diyor 12 yaşlarında bir çocuk. Diğer yandan hepsi yeni bir yasağın beklentisi içinde hazırlıklarını yapıyorlar..
Bütün savaşlarda ve çatışmalarda olduğu gibi burada da çatışmalardan en çok etkilenen kadın ve çocuklar.
Çocukların oyun sahaları barikatlar olmuş yasağın uygulandığı mahallelerde, barikatlar için kullanılan parke taşlarını oyuncak olarak kullanıyorlar. Barikatçılık oynuyorlar kendilerince ve yaklaşınca yanlarına iki ellerini de yukarı kaldırıp zafer işareti yapıyorlar. Bazıları akşamları silah seslerinden korktuklarını, bazıları da korkanlarla alay ediyorlar 'abi, ben korkmuyorum, aha şu korkuyor'! diyerek...
Bazıları da eskiden özgürce sürdüğü bisikletini hırpalanmış sokaklarda kullanmaya çalışıyor.
Sonuç
Kişisel izlenimlerin özet bir sonucu olarak; durumlar kötü ve daha da kötüleşebileceğinin emareleri var. Her yasak sonrası ya da her çatışma arası barikatlar biraz daha yükseliyor, hendekler biraz daha derin kazılıyor. Cizre'den, Silopi'den, Dargeçit ve Sur'dan ölüm haberleri geldikçe, umutların yönü barikata ve hendeğe doğru daha çok yöneliyor.
Daha da önemlisi zihinlerdeki hendek derinleşiyor, barikatlar yükseliyor acılar arttıkça. Hendekler ve barikatlar gibi toplumsal travma da yayılıyor. Burada da akademinin, akademisyenlerin, özellikle de 'bölge' üniversitelerinin ve buralardaki akademisyenlerin daha 'müdahil' bir rol üstlenmeleri, eleştirel bilgi ve çözüm önerileri geliştirmeleri gerekiyor gibi görünüyor. Bunun yolu da oralarda yaşayan halkla temas kurmaktan, onlara dokunmaktan, onlarla konuşmaktan geçiyor. Yoksa çevrede gittikçe yayılan yangın bizim buralara geldikten sonra konuşmanın, fikir üretmenin bir anlamı kalmayabilir... (NK/HK)
[1] Burada ifade edilen görüşlerin şahsımı bağladığını ifade etmek isterim. Diğer arkadaşların da gözlemleri ve düşüncelerini aktarmaları ve paylaşmalarının önemli olduğunu düşünüyorum.
* Fotoğraflar: Necat Keskin