Bir gözü kör olan Sadık, Diyarbakır’ın Benusen Mahallesi’ndeki bir evde 7 çocuğuyla oturan her gün değişen günübirlik işlerde çalışarak ailesini geçindirmeye çalışan biriydi. Etrafına zararı olmayan, efendi bir adamdı Sadık, ama tek bir kötü huyu vardı. Sarımsak sevmezdi...
Evdeki meftuneye* ve mantıya dahil hiçbir yemeğe konulmasına tahammül edemez, kendi yemediği gibi evdekilerin de yemesine izin vermezdi.
Eyşan ise bu dünyaya neredeyse sadece kocası Sadık’a hizmet etmek için gelmişti. Bir dediğini iki etmezdi Sadık’ın. O ne derse o olurdu, sonuçta evinin direği, çocuklarının babasıydı. Sadık’a can-ı gönülden sadıktı. Yaptığı tüm yemekleri Sadık sarımsak sevmediği için eksik lezzetle yapardı. Bırak yemeğe koymayı, sarımsağı eve bile sokmazdı.
Günlerden bir gün bir akrabalarının damda yapılacak düğün yemeğini yapmak üzere Eyşan görevlendirilmişti. Diyarbakır’ın patlıcan ve sumakla yapılan meşhur yemeği meftune ve etli pilav yapılacaktı. Odun ateşinde yapılacak yemekler için koca kazanlar getirilmiş, etler haşlanmış, kilolarca patlıcan doğranmıştı. Yüzlerce kişi için yemek yapmak zordu ama bu konuda hamaratlığı tescillenmiş Eyşan’ın altından kalkamayacağı iş yoktu. Alnının akıyla yemeğin üstesinden gelen Eyşan’ın etrafında ona yardım eden kadınlar pişen yemeğin başına gelerek, meftunenin olmazsa olmaz malzemelerinden olan dövülmüş sarımsağı yemeğe koyacakken bir hışımla atladı kadınların üzerine Eyşan. “Keçê hûn çi dikin? (Durun, napıyorsunuz?)” dedi. Ürkek ve şaşkın bakışlarla cevap bekleyen kadınlara o can alıcı cümleyi çıkardı ağzından: “Sadık sîr naxwe wîîî! (Sadık sarımsak sevmez ki!)”… Nasıl yani? Sadık sarımsak sevmediği için koskoca düğün ahalisi bu lezzetten mahrum mu kalacaktı?
Bu yaşanmış hikaye bana bugünlerde ülkenin mevcut durumunu hatırlatıyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra iktidarın tahtı sallanmaya başlayınca, savaş tamtamları devreye girdi ve hepimizin tanık olduğu üzere topyekûn bir batağa sürüklendik.
Yaşananları kronolojik sıraya göre yeniden anlatmanın derdinde değilim. Ancak İmralı Heyeti’yle devlet erkanının birlikte poz vererek, ekran karşısına çıkıp on maddelik Dolmabahçe Mutabakatı’nı açıkladıklarında perde gerisinde nelerin yaşandığını bilmiyorduk ama yine de bir umut ışığı olmuştu bizler için. Neler vardı o maddeler içinde hatırlamakta fayda var sanırım.
Demokratik siyaset; tanımı ve içeriği
Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması.
Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri.
Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar.
Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları.
Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması.
Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri.
Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi.
Demokratik Cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması.
Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir Anayasa.
Kulağa ne de hoş geliyordu değil mi? Artık halkların birlikte, eşit ve demokratik haklarının Anayasa’yla güvenceye alınacağı bir yaşam perspektifi sunuluyordu bizlere. Ancak bildiğimiz üzere masa dört ayağı üzerinde duramadı. Gerisi; kaos, operasyonlar, aylarca süren sokağa çıkma yasakları...
Kentlerin ve ilçelerin yıkıma uğrayarak yok oluşunu canlı yayınlarda izlemek düştü payımıza. Onlarca ölüme, ağıda, feryada tanık olduk. Hiçbir şey eskisi gibi değildi hiçbirimiz için.
Ardından tüm barışçıl çözüm ve girişimlere kapılarını sert bir biçimde kapatan, diyalog çağrılarına kulaklarını tıkayan mevcut iktidar HDP’yi Meclis’te yok saydı. Kentin sosyo-ekonomik ve psikolojik tahribatını anlatmak ve halkın beklentilerini iletmek amacıyla randevu talebinde bulunan Bölgedeki sivil toplum kuruluşu temsilcileri Çankaya’da ağırlandı. Oldukça mesafeli ve samimiyetsizliğin göstergesi olan ilginç bir masa düzeni kurulmuştu. İnsanlar nasıl birbirini duydu merak ettim ama muhtemelen güçlü mikrofonları vardı. Hele ki oluşturulan karenin orta kısmındaki boşlukta halı saha maçı bile yapılırdı. Başbakan 6 buçuk saat süren toplantıda temsilcileri dinler gibi gözüktü, çevresindeki bakanlar notlar aldı. Salon zaman zaman gergin tartışmalara sahne olsa da yine de bir umutla gözler Mardin’de açıklanacak paketteydi. Ve hükümet kırmızı kurdeleyle bağlanmış ‘yepyeni’ bir paketle çıktı karşımıza.
Psikolojik unsur, kamu düzeni inşası, kapsamlı demokratik reform süreci, sosyal seferberlik, ekonomik destek, mekanın ihyası (Sur’da insanlık yeniden ihya olacakmış. Önce yok edip sonra ihya edeceklerdi galiba) , iletişim sistemi, yasal ve idari düzenlemeler, istişare meclisleri, komşu ülkelerle ortak ruh gibi kel alaka başlıklardan oluşan 10 maddelik bir paketle çıktı. İçerisinde umuda, barışa hatta ‘insanlığa’ dair hiçbir emare barındırmıyordu. Dağ fare doğurmuştu. Yine bir umutsuzluk, hayal kırıklığı ve çaresizlik hali. “Ben ne söylüyorum tamburam ne çalıyor” misali yine kendi bildiklerini çalmışlardı.
Netice itibariyle; iktidar kendisi sevmediği için tıpkı Sadık gibi sarımsaklı yemek yenilecek masayı devirdi ve ardından “Bu yoğurdu sarımsaklamasak da mı saklasak” diyerek, barış sürecini derin dondurucuya sakladı. Ellerinde sarımsakla bekleyen temsilciler Eyşan’ın hışmından payını alarak donakalmışlardı. Çünkü Sadık sarımsak sevmiyordu…
Oysaki kaçırdığı bir şey vardı. Kürtler soğanı sevdikleri kadar sarımsaktan da vazgeçmeyeceklerdi. Barış ve umut için beklentilerini sürdüreceklerdi.
Bir kişi sevmiyor diye koca bir ülkeyi insan bedenine çokça faydası bulunan bu lezzetten mahrum etmeye kimsenin hakkı var mıydı? Sadık sevmese de tüm zamanlarda meftune sarımsakla güzeldi… (BY/HK)