Yazıya başlamadan ilk elden mahcubiyetimi paylaşmak isterim. Birazdan tanıtacağım kitabın yazarı çok sevdiğim bir arkadaşım. İnsan arkadaşlarının yazdığı kitaplar hakkında yazabilir tabii; mahcubiyetim ondan değil. Zaten arkadaşlarımın kitapları hakkında daha önceleri kalem oynatmışlığım vakidir. Lakin bu kitapta adım geçiyor. Mahcup bir mutluluktu Sevin Okyay’ın “Ara Sıra ve Daima” adını verdiği kitabının kapağını açıp içindekilerde adımı görmek. Okuyunca bu duygularım daha da arttı.
Kitabın fikir anası ve editörü Müren Baykan çok doğru tespitle şöyle yazmış önsözünde:
“Sevin Okyay, hem rastlantısal hem de bile isteye ‘güzel’ insanlarla bir dünya kurdu.”
“Ara Sıra ve Daima”yı ben bir otobiyografik biyografi olarak değerlendiriyorum. Müren Baykan’ın deyimiyle kurduğu bu dünyayı anlatıyor. Bu ülkenin kültür, sanat ve gazetecilik alanlarında birçok isimle çalışmış, onlarla teşviki mesai yapmış Sevin Okyay gibi bir ismin otobiyografisi böyle olmalıydı. Hikayesini arkadaşlarını anlatarak aktarıyor bize. 72 arkadaşını yazmış, yani 72 portre var kitapta. Meral Okay ile başlıyor, Haluk Bilginer, Mina Urgan, Ece Ayhan, Tarkan, Rozet Hubeş, Ömer Madra, Tuncel Kurtiz, Murathan Mungan diye devam ediyor. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim derler ya öyle bir şey işte...
“Ara Sıra ve Daima”yı matbaadan çıkar çıkmaz okumaya başladım. Kitabın bir yerinde kendimi buldum. Dostlarımı buldum; arkadaş olabilme bahtiyarlığına ulaşamadığım ama işlerini takip ettiğim insanları buldum. Kitabın sonlarına doğru 2005 yılında kaybettiğimiz sevgili editörüm, yayın yönetmenim, arkadaşım Berran Tözer’le karşılaştım. Sevin öyle güzel anlatmıştı ki Berran’ı. Unuttuğum ayrıntıları hatırladım yeniden. Berran’ın kedisinin adını unutmuştum. Godot’ydu.
Müren Baykan “Çok unuttum dese de, çok hatırlayan biri” diyor. Çok haklı.
Sevin Okyay ile arkadaş olmayı hep bir ayrıcalık olarak addettim. İlk tanışmamız yıllar öncesine dayanır ama beni o yıllardan hatırlaması mümkün değildi. Yıllar sonra bir kafede buluştuğumuzda, “Seninle 1990, 1991 ve 1992’de tanıştık” dediğimde kahkaha atarak hatırladığını söylemişti; karşılıklı gülekalmıştık. Çünkü orda oturduğumuz süre boyunca masaya gelip Sevin’le sohbet edenler olmuştu. En sonuncusu masadan ayrıldığında “Acaba kimdi? Konuştuklarımın hiçbirini tanıyamadım” demişti.
Üniversite öğrencisiydim. Sinemanın hayatımın merkezinde olduğu yıllardı. Ankara Film Festivali’ne gelirdi. Genellikle jüri üyesi olarak. Tek kuyruk ördüğü uzun saçlarını görür görmez Sevin Okyay hayranları olarak etrafına üşüşürdük. Tanışmadan kastım oydu. Etrafında bir sürü sinema diye yanıp tutuşan gençler ortalarında bir prenses. Hepimize gülümser, artık muhtemelen bir miktar saçma ya da olgunlaşmamız fikirlerimizi dinlerdi. Bizim için sinemanın, bilimkurgunun, futbolun ve caz müziğini bize anlatan prensesti. Yıllar içinde gıyabında başkalarının da prenses diye andığına şahit oldum.
Yoğun bir temposu vardır ama bu yoğunluğu arasında arkadaşlarına hep zaman ayırır. Çok okur, çok yazar, çok çalışır, şevkle çeviri yapar. Bilmediği şeyi zor bulursunuz ama hala öğrencidir. En son telefonla konuştuğumuzda sohbeti kısa kesmiştik çünkü birazdan Osmanlıca dersine girecekti.
Kitaptaki portrelerin bir kısmı Radikal gazetesinde yayınlandı. Sonlarında tarih olmayanlar daha sonradan kaleme alınmış. Ben okudukça uzaktan uzağa bildiğim insanları tanıdım, tanıdıklarımı ise Sevin’in gözünden okudum.
Portrelerin birçoğunu çok sevdim ama en çok kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak bahsettiği portreyi sevdim. Tekrar tekrar okudum. İzninizle Müren Beykan’ın “Ne oralı, ne buralı. Peter Pan gibi diyarsız” olarak tanımladığı Sevin Okyay’ın kendisini anlattığı bir iki paragrafla bitireyim yazıyı yani kalemi ustaya vereyim:
“Bilgisayar masasının koltuğuna çakılmış gibidir. İki kere, yanlışlıkla kanepeye oturunca kendini misafirliğe gitti sanmıştır ki, misafirliğe de pek gitmez.
“Renk uyumu manyaklığı dışında, üstüne başına dikkat etmez. Evvel eski etmemiştir.
“Makyajdan anlamaz. Birkaç yıl önce yaptığı yüz üç sayfalık bir çeviride sadece, makyaja ilişkin dört satırda çuvallamıştır. Uyumaya (bir zamanlar çok sevdiği halde) pek vakit bulamaz. Bazen bulacak olsa da, vicdan azabıyla uyanır, yapılacak bir işi yapmadı, bir şeyi atladı sanır. İçten yerleştirilmiş bir ‘ilk günah’ sendromu sergiler. Katolik olmadığı için bu durumu hayretle karşılar.
“Tek bir konuda yazmak zorunda kalsa, edebiyat araştırmaları yazmak ister. Bir de kedileri sever.” (HK)
* Künye: Ara Sıra ve Daima, Sevin Okyay, On8, 2018, İstanbul, 374 s.