"Asmayalım da besleyelim mi?" tartışması, yürek kanatıcı, iç parçalayıcı bir gelişme nedeniyle yeniden gündeme oturdu. Bildiğiniz gibi, Kayseri'de kaybolan üç yavrucağın akıbetinin belli olması, hayatlarının, bir caninin acımasız ellerinde sönüp gittiğinin anlaşılması üzerine, bu vahşeti gerçekleştiren caninin asılmasını talep eden sesler yükselmeye başladı.
Büyükçe bir toplum kesimi, nefret ettiğinin yok edildiğini görmenin iç rahatlatıcı huzurunu istemeye başladı.
Sanki bu da başka bir ilkellik ve vahşet değilmiş gibi... Nefret ettiğinizle, hızla ve kolayca aynı çizgiye doğru kaymakta olmak ne hazin bir çelişkidir oysa. Aynı zamanda, medeniyetten ne kadar uzak kaldığımızı, medeniyete ne kadar uzak bir toplum olduğumuzu da gösteren acı bir tablodur bu.
Oysa, dünyaya, gelişme ve olaylara bilimsel bir perspektiften bakan insanların bu gibi durumlarda göstermesi gereken asıl tepki, "Biz bu tür vahşice davranışları, korkunç bir acımasızlığı gerçekleştirecek insanların yetişmesini sağlayan koşulları nasıl hazırlıyoruz?" şeklinde, özeleştiriye yönelen bir soru sormak olmalıydı!
Hemen, kocaman bir çuvaldızı çıkarıp kendine batırmaya yönelmek olmalıydı. Yüreğindeki öfkeyi yatıştırmak, yüreğinde kabaran nefreti gidermek için ölüm görmek, ölüm saçmak istemek değil.
Aslında, nefret ve öldürme arzusu, canlıların doğal ortamda yaşamasını, varlıklarını sürdürmesini sağlayan çok temel, ama ilkel bir savunma mekanizmasından kaynaklanmaktadır.
En basit şekilde açıklamaya çalışmak gerekirse, herhangi bir canlıya, hatta bir karıncaya bile yönelen bir saldırı, o canlıda çok yüksek bir gerilim yaratır. Canlı varlık ya da insan, çok ağır bir yük gibi üzerine binen bu gerilimi, kendisine yönelen saldırgana şiddet şeklinde boşaltarak, üzerinden atma eğilimindedir.
İşte bu gerilim birikiminin yarattığı (çoğu durumda "nefret" olarak tanımladığımız) karşı saldırganlık, canlının kendisini tehdit eden canlıyı yok ederek ya da canını acıtıp kaçırarak kendisini korumasını sağlar. Bu durumda canlı varlık, üzerine binen gerilimi, gerilim yaratan kaynağa boşaltmış ve rahatlamıştır.
İşte tam da bu nedenle, insanlar, kendilerinden korkulmasından ve içten içe, bilinçsizce, kendilerini tehdit edecek daha güçlü bir saldırganın olmadığı algılamasından mutlu olurlar.
Aslında çoğu kez, bu çerçevede gelişen refleks ve tepki, yok etme arzusu sandığımız kadar meşru ve masum değildir. Bir insan ya da canlıdan nefret edip onu yok etmeye yönelmek için çok sayıda bahane ve gerekçe bulabilirsiniz.
Bir güvercinin pencerenizin önüne pislediğini ve onun pisliğini temizleyip durmak zorunda kalmanın sizi öfkelendirdiğini; bir kedinin çeşitli hastalıkları size bulaştırabileceği tedirginliği, yani gerilimi altında yaşamak zorunda kalmanın hayatınızı zehir ettiğini; bir sosyalistin, sizi siz yapan ve toplumda saygın, önem verilen bir yer edinmenizi sağlayan varlıklarınızı elinizden alarak sizi sıradanlaştirebileceğini düşünmenin gerilimi altında yaşamak zorunda bıraktığını, "Tanrı'nın olmadığını" söyleyen bir kişinin, sizi yoldan çıkararak sonsuz ve güzel bir hayattan uzaklaştırmaya ve size cehennemin kapılarını aralamaya çalıştığını vb. ileri sürerek, nefret ettiğiniz insanların ya da canlıların yok edilmesini görmek ve rahatlamak iseteyebilirsiniz.
Aslında böyle bir durumda her bir insan açısından, yeryüzünde hayatta kalması gereken insanların ya da canlıların sayısı son derece sınırlı olacaktır. Ama, doğal olsa bile, son derece ilkel bir savunma refleksinin günümüz yaşamında yol açtığı bu davranış eğiliminin kendisinin kocaman bir sapıklığa dönüştüğünü görebilmek gereklidir.
Şunu anlayabilmek, fark edebilmek önemlidir: Herhangi bir nedenden size zarar vermek ya da yok etmek isteyen birinden siz de nefret etmeye ve onu yok etmek isemeye başlamışsanız, tamamen aynı davranış ve çizgiye sürüklenmişsiniz demektir (Size yönelen tehditleri "durdurmaya çalışmanız" gibi son derece haklı bir davranışı sorguluyor değilim, başka bir şeyden söz ediyorum).
Çünkü, sizden nefret edenin de bunun için haklı olduğuna inandığı bir nedeni vardır ve siz de o kişi sizden nefret ettiği için ondan nefret etmeye ve onu yok etmek istemeye başladığınızda, tamamen aynı ilkellik batağında debelenmeye başlamışsınız demektir. Çünkü nefret, insanı insan olmaktan uzaklaştıran en temel eğilimlerden biridir.
Söz ettiğimiz olayı özel olarak ele alırsak, bir caninin, ilkel bir dürtüsünü doyurmak adına, küçücük bir kız çocuğuna tecavüz etmesi ve yakalanmamak, toplumun yargılayıcı davranışlarının etkisine maruz kalmadan kendisini gizleyerek yaşamaya devam edebilme olanağı bulmak için, polis tarafından yakalanmamak için, o kız çocuğunu da, yanlarındaki iki diğer küçük çocuğu da acımasızca öldürebilmiş olması elbette korkunç ve hukuki yaptırımı olması gereken bir davranış biçimidir.
Ama gösterilecek en doğru ve medeni yaklaşım biçimi, "asalım, rahatlayalım, yüreğimizde kabaran öfkeyi söndürelim gitsin" demek yerine, "Biz bu tür insanların yetişmesini sağlayacak koşulları nasıl yaratıyoruz, hangi kültürel öğelerle, etkilerle bu tür insanların yetişmesiniz sağlaaycak zihinsel örgünün oluşmasına katkı yapıyoruz, hangi eğitimsizliklerle, niteliksiz öğretim süreçleri ile hayata daha insancıl bakabilecek insanların yetişmesini sağlayamıyoruz, ortaya çıkmasına yol açtığımız koşulların ağırlığı kimimizi hangi davranışlara yöneltiyor, ya da, hangi baskılayıcı ve kısıtlayıcı sosyal yargılar, ne gibi gizlenmeye çalışılan korkunç eğilimlerin beslenmesine yol açıyor?" diye sormak ve tüm bu nefret ettiklerimize kendimizin de yaptığı katkıya ulaşmak değil midir?
Ama, insanın kendisini sorgulamasını, belki çok büyük değer ve kutsallık atfettiği bazı kültürel motiflerin sorgulanmasına yol açabileceği, insana birtakım ciddi sorumluluklarını anımsatabileceği ve daha zorlu bir sınavdan geçmesine yol açabileceği için ne diyor: "Asalım gitsin." Hatta, bu isteğini abartılı ve utanmaz biçimde, çeşitli gazetelerin okur yorumlarına, "İdam isterrüüük!.. Ölüm isterüüük!.." şeklinde yansıtanlar bile var.
Yapılan ne kadar korkunç, yürek parçalayıcı, ürpertici olursa olsun, kendimize şunu sormalıyız: "Ölüm görmek isteyen benim, öldürülmesini istediğim karşımdakinden ne farkım kalıyor acaba? Onun insanlıktan çıkmışlığına isyan etmem, benim insanlıktan çıkmışlığım için yeterince haklı bir nedeni oluşturabilir mi?".
İşin acı tarafı, bu ülkede idam ve linç kültürünün, toplumsal bilinçaltımızda bir hayli derin yerleşmişliği var. İdam ve ölüm istemede, birbiri ile çeşitli nedenlerle karşı karşıya gelenler bile ortaklaşabiliyor. Bir anda omuz omuza veriyorlar.
Hatırlıyorum da, TAYAD'lılara (Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği) bu ülkede, derin devlet tezgahlarında pişirilmiş ve kışkırtılmış çok sayıda linç girişimi olmuştu.
Daha yakın zamanda, Zirve Yayınevi katliamında, Necati Aydın,Uğur Yüksel ve Almanya uyruklu Tilman Ekkehart Geske vahşice öldürülmüşlerdi. Ülkenin Güneydoğusu'nda, "nefret nesnesi" olarak görülen ve üzerlerine çarpı konulan binlerce insan öldürülmüştü. "Hayata Dönüş Operasyonu" denilerek, onlarca insan delik deşik edilmiş, canlı canlı yakılmıştı.
Tüm bu sırada, birilerinin yüreği, zihninde dolanan zehri dışarı akıtmış olma olanağı bulduğunu ve rahatladığını düşünmenin zevki ile kasılmıştı.
Kronolojik olarak biraz daha geri br zamanda, zihinleri faşizmin hiserileri ile kasılan bazı generaller, "Asmayalım da besleyelim mi?" denilerek ve kamuoyu, bu kişilerin sırtlarından bakılıp beslenmesine razı olup olmayacakları söylemiyle kışkırtılarak ve böylece hem insanlıktan ve hem de temel insani dğerler üstüne oturması beklenen hukuktan uzaklaşılarak, on yedi yaşındaki gençler bile keyfince asılmışlardı.
Şimdi bu tür olayların tarafı olanlar, ne gibi sonuçları olabileceğini, ne tür durumlar için de kullanılabileceğini hiç de düşünüp umursamadan çeşitli siyasi nedenlerle karşı karşıya gelmiş olanlar bile, bir anda ölüm istemekte, insanlıktan çıkma arzusunda ortaklaşıyor, kol kola giriyorlar: "İdam isterüüük!.." (YYM/EK)