1930'lu ve 1940'lı yılların Almanya'sı acı bir tecrübe ile ortaya koymuştur ki, ırkçılık ve faşizm ancak toplumu oluşturan bireylerin çok büyük bir kısmının zihinsel dünyasında kabul görmüş bir yaklaşım olduğunda iktidar katına tırmanarak devlet siyasetini belirleme gücüne ulaşıyor; iştahla kabaran emperyalist arzularla birlikte, önüne gelen her şeyi yakıp yıkarak, ezip geçen bir şiddet dalgası yaratmaya başlıyor.
Büyük bir nefret birikiminin doğurduğu bu şiddet dalgası, tıpkı bir nükleer patlama ile birlikte ortaya çıkan şok dalgası gibi, yıkım, acı ve ölüm saçarak; ardında trajediler ve cesetler bırakarak, insanca olan tüm değer, duyarlılık ve erdemleri ortadan kaldırarak, büyük bir hızla yayılmaya başlıyor.
Irkçılık, bili bir alanda birlikte yaşayan ve bireyleri arasında zorunlu olarak "lisan" gibi bazı ortak bağ ya da özellikler bulunan bir topluluğun, bu ortak bağlar ya da özellikler temelinde, yani "benzerlik" temelinde dayanışarak saldırılara karşı koyabilmesini, bir var oluş mücadelesi verebilmesini ve yaşam alanını koruyabilmesini sağlayan bir savunma refleksinin ortaya çıkmasına yol açabiliyor.
Ama aynı zamanda ırkçılık, daha çok fiziki ya da kültürel öğeler gözetilerek belirlenen farklılıklar çerçevesinde, "kendinden olmayan"ları tespit etmekte, kendini üstün görme, kutsama ve ancak bu şekilde varlığını anlamlı bulma eğilimi içinde "öteki"nden nefret etmeye başlamakta, ötekinin kendisinin sahip olduğu hak ve özgürlüklere sahip olabilmesini kabul edilemez bulmaktadır.
Bu davranış eğiliminin derinliğinde, bilinçaltı işlevler üzerinden savunma reflekslerimizi düzenleyen birtakım dinamikler bulunmaktadır.
Şöyle ki, tamamen doğal bir ortamda ve doğal süreçler içerisinde, yetenek ya da fiziki güç bakımından görece zayıf olan canlı varlık, kendinden daha güçlü ve yetenekli bir canlının saldırısı karşısında çaresiz kalmakta ve yaşamını yitirmektedir. Oysa tüm dinamiklerimiz, bizim yaşamımızı ve üreme yolu ile varlığımızı sürdürmemizi sağlayacak şekilde çalışırlarken, kolayca yok edilebilmek, kabul edilebilir bir durum olarak değerlendirilemez iç dünyamızda.
İşte tam da bu yüzden, kendimizi başkalarından üstün; mağlup olacak değil mağlup edebilecek güç ve yetenekte varlıklar olarak görmek isteriz. Bunun için çılgınca uğraşırız her zaman.
Bu nedenle "aptal" gibi sözcükleri hakaret kabul edip büyük bir şiddetle tepki gösterme eğiliminde oluruz. Çünkü biz "daha aptal değil, daha akıllı" olabiliriz ancak. Ve kuşkusuz "daha akıllı", "daha güçlü", "daha zengin" olabilmemiz için çevremizde bizden "daha akılsız", "daha zayıf" ve "daha fakir" varlıklar da görüp tanımlama eğilimi içerisindeyizdir ve zaten bizim daha güçlü ve zengin olma çabamız, ister istemez birilerini de güçsüzleştirip yoksullaştırmaktadır.
Bu, etkisinden kurtulunamayan, arınılamayan, çünkü doğal yapınızın köklerinde yer alıp size yön veren davranış eğilimi, hiç kuşku yok ki toplumsal alanda da yansımasını bulmakta ve toplum olarak başkalarından üstün olma çabası göstermenize yol açmaktadır. Siz üstünseniz, kimden ya da kimlerden, hangi toplumdan daha üstünsünüz?
Bu sorunun cevabı olabilecek kişi ya da topluluklara yönelik bakışınız son derece acımasız, aşağılayıcı ve insanlık dışıdır. Sizinkinin yanında, onların varlığının bir değeri ve anlamı olmadığı gibi, onların varlığına ancak size itaat etmek, size hizmet etmek çerçevesinde katlanılabileceğine, izin verilebileceğine inanmaya da başlayabilirsiniz.
Çünkü diğerlerine hükmetmek, yön vermek, diğerlerini hizaya sokmak ya da diğerlerine doğru olanın ne olduğunu göstermek için "özel yaratılmış" üstün bir topluluk, ulus olduğunuz inancına da savrulmaya başlamışsınızdır, bir süre sonra.
Öyle ya, "üstünlük" iddianızın, öncelikle kendinizin inanacağı, sonra da başkalarını inandırmaya çalışacağınız bir dayanağı olmalıdır. Bu dayanak çoğu kez, farklı ve özel yaratılmış olmakta bulunabildiği için, ırkçılık düşüncesi, fiziki farklılık ve aynılıklara şiddetle önem vermeye ve gönderme yapmaya başlar.
Olay, kafatası ölçümleri yapabilmek gibi, deri rengindeki küçük farklılıkları tespit etmeye çalışmak gibi, en hafif deyimle, acayip bir yaklaşım biçimine kadar uzanabilir.
Kısacası ırkçılık, tespit edilmeye çalışan aynılıklar üzerinden, toplumsal bir dayanışma ile diğerleri üzerinde üstünlük ve hâkimiyet kurma, sadece kendi yaşam ve varlığına önem, değer ve anlam yükleme, diğerlerini aşağılama, diğerlerine kötülük yapma sonucunu doğuran olgunun adıdır.
Doğası gereği, ister istemez nefret ve düşmanlıklar doğurmaktadır. Çünkü kendi ile eşit olduğunu ve hele de kendisinden üstün olduğunu söyleyene tahammülü yoktur. Çünkü "sizden daha üstün olunduğu" iddiası, bilinçaltınızda yansımasını, "sizi yok etme, ezip geçme potansiyeline sahip bir topluluk ile karşı karşıya bulunduğunuz" algısına ve buradan da, aslında bir savunma eğilimi içinde, daha üstün olduğu iddiasındaki topluluğa galip gelme, hatta onu yok etme arzusuna götürür.
Irkçılığı bir öğreti olarak kabul edebiliriz diye düşünmeme rağmen, kapsamlı bir ideoloji olarak nitelemenin güç olduğunu düşünüyorum.
Yani, ırkçılığın ideolojik tercihi belirlemek bakımından bir pusula işlevi görebileceğini, ama kendisinin bir ideoloji olmadığını düşünüyorum. Bu düşüncemin dayanağını basitçe şöyle açıklayayım: Eğer yeryüzünde saf ve tek bir ırk olsaydı ve bu nedenle ırkçılık yapılabilecek bir "öteki" bulunmasaydı bile dünya görüşü, ekonomik paylaşımın ne şekilde düzenlenmesi gerektiği ve yaşam biçimleri bakımından yine de önemli farklılıkların söz konusu olması kaçınılmaz olurdu.
Ama işte olayın bam teli tam da burada: Yaşam mücadelesi, üstün olmaya çalışma mücadelesini de getirmekte, bu ise her zaman bir "öteki" bulunmasına ya da yaratılmasına yol açmaktadır.
Yani kendinize ne derseniz deyin, kendinizi nasıl tanımlıyor olursanız olun, hangi dilde konuşuyor olursanız olun, ırkçılığın dayandığı temel aslında dayanışarak bir var olma, yaşama mücadelesidir ve aslında etnik anlamda kendiniz için tespit ettiğiniz kimliğin sandığınız gibi özel bir anlamı da bulunmamaktadır.
Solcular, kendisine "solcu" diyenler, solcu olduğuna inananlar ırkçılık yapmaz, diye düşünüyordunuz değil mi? Yukarıda yazdıklarımı bir daha ve dikkatle okuyun isterseniz. Solcu sandıklarınızın ırkçılık yapmadığından ya da yapmayacağından emin misiniz? "Öteki" var ise, ırkçılık da var demektir.
Bugün kendisine "solcuyum" diyenler ve çoğu kez hem kendilerini ve hem de başkalarını kandıranlar, ırkçılıklarını "anti-emeperyalizm" söylemi gerisine saklamaktadırlar. Kendilerini ve başkalarını kandırmaya devam edebilmeleri için ihtiyaç duyabilecekleri zenginlikteki düşünsel araçları ise kendilerine Marx ve Lenin'in sağlamış olduğu inancı içinde bulunmaktadırlar.
Sorarım size, yaşadığınız eve bir zorba tecavüz ederse, aile fertlerinize saldırırsa ya da yaşam alanınıza Hitler Almanyası gibi bir zorba dalar, önüne geleni öldürmeye başlar, sizi egemenliği altına almaya çalışırsa, birazcık onurunuz ve birazcık cesaretiniz var ise saldırgana karşı koyup ona dersini vermeye çalışmaz mısınız? Yani, doğal olarak kendinizi ve sevdiğiniz, birlikte yaşayıp bir şeyler paylaştığınız insanları koruyup kurtarmak için harekete geçmez misiniz? Geçersiniz değil mi?
Peki durum bu iken, "anti-emperyalizm" söylemini diline dolayarak "nefret ve yok edilmesi gereken" ötekiler tanımlayıp durmak, bir ya da birçok topluma yönelik düşmanlık duyguları gelişmesi için canla başla çırpınmak, gizliden gizliye ırkçılık yapmak değilse nedir peki?
Bir sosyalistin en büyük hayali, sınırların olmadığı ve çeşitli farklılıklar üzerinden birbirinden nefret eden toplulukların, birbirine diş bileyip nefretle bakmadığı bir dünyaya uzanabilmek ve ancak o şekilde sömürü çarklarının acımasızca işleyişini durdurabilmek değil midir?
Böyle ise eğer, o zaman, ulusçuluğu, her an birbiri ile savaşabilecek, birbirine acımasızca kıyabilecek şekilde farklı sınırlar içerisinde yaşanması düşüncesini teşvik etmiş olan insanlara "kahraman" gözüyle bakıp onları kutsamaya çalışmak niye? Ulusçulara olan hayranlığınız niye? Sahi kuzum, eğer biliyorsanız ve farkında iseniz tabii, söylesenize, siz gerçekte nesiniz?