Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Nazım Hikmet, hapishaneden yazdığı "Memleketimden İnsan Manzaraları" eserine bu dizelerle başlar. Nazım Hikmet o sıralar cezaevindedir.
Yaşam alanına dönüşen cezaevini paylaştığı o insanlar İstanbul’dakilere pek benzemez. Onların izini sürer. Oysa İstanbul, Dükalığı Anadolu’dan alır. İnsanını da, sevişeceği kadını da, yiyeceklerini de, ustalarını da, vergilerini de, savaştıracağı gençleri de. 1950’lerden bu yana da İstanbul’a gelenler Haydarpaşa’ya inerler.
Trenden inip motora ya da vapura binmek için merdivenleri inerek ulaşırlar iskeleye. Önlerinde uzanan deniz ve karşılarında mütevazı görünen heybetiyle Sarayburnu… Arada geçilmezlik hissi yaratan deniz ve erişilebilir uzaklık terbiye eder. Annesiz gelinen bu şehir daha ilk günden anneyi ikame edecek bir özne arayışına iter. Artık bu hayata annesizlik eşlik eder. Onca hoyrat girişim, artık olmayan anneyi aramadır bir bakıma. Sık sık da bulur, ama buldukları yerini tutmaz. Çünkü ontolojileri farklıdır. O farklılık nedeniyle de tenden tine, tinden ruha yükselemez. Bu nedenle genellikle korkuyla, sakınarak kurarlar yaşamla ilişkilerini.
Annesizlik, güvensizlik
İstanbul yabancıdır. İktidar İstanbul’dur. İstanbul’la karşılaşınca yaşadığımız ürkeklik henüz sütten kesilmemiş, yürüyemeyen, konuşamayan bir çocuğun yabancıları gördüğünde annesine sarılmasına benzer bir tepkidir. Tekinsizliği İktidarının akışkanlığında, ele avuca sığmazlığındandır.
"Gülhane’den Gezi’ye Yıldız’dan Beştepe’ye" adını verdiğimiz bu yazılama dizisinin sekizincisine Annesizliğe Bir İlgi adını veriyoruz. Annesizliğe dedik çünkü güvensiziz. Köklerden koparılan her canlı gibi strese girip hayatta kalmak adına hareket ederiz. Üzerimizdeki telaşın ve herhangi bir sorunla karşılaştığımızda çözümü hemen “dışarı”dan aramamızın bununla da ilgili olduğu kanaatindeyiz.
Kim olduğumuzu aramamız bitimsiz bir yolculuk. Bu nedenlerimizi sürekli yüzüp altına bakıyoruz. Oysa bunların herhangi biri değiliz. Her biri birbirinin üzerine geçen ve etimize dönüşen derilerimizin toplamıyız. Meryem, yalnızca benim değil hepimizin anneannesi. Anneannelerimize direniyor. Onlar, hepimizde yaşıyor. Dinlerimiz, dillerimiz birer örtü. İskeletimiz annemizdeki anneannelerimiz.
Kimiz?
İyi de kim olduğumuz neden bu denli önemli? Önemli çünkü ne bir ağacın sürgünüyüz ne de bir kedi yavrusu. Hayatımız anlam halesi içinde beliriyor. Anne, o hale; çünkü erken doğuyoruz. Bu, insan türünün belki de en büyük travması. Göreli süre anneye bağımlı. Yaşaması annenin koruyuculuğunda, gözeticiliğinde olanaklı.
Oysa erken doğuyoruz, zayıfız, farkındayız bilinçdışıyla da olsa. Bu, korunup kollanmaya duyduğumuz ihtiyacın temeli. Aynı zamanda İktidar karşısında bu kadar kırılgan olmamızın iki temel dinamiğinden biri de bu olsa gerek.
İkincisiyse Liberal ideolojisinin her gün kulağımıza fısıldadığı bireyselcilik. İnsan, tür olarak topluluklar içinde yaşar. Kendi başına yaşayamadığı için zayıflıkla itham edilen, en kötüsü kendini de bu şekilde yargılayan yüzlerce milyon insanla paylaşıyoruz gök kubbeyi.
Biz - burada oturanlar - kimiz? Pek çok anneannemiz var ve onları birbirine boğdurmak tarihimiz. Birini diğerine yeğlemek. Oysa hepsi birlikte var tenimde de ruhumda da. Bunlardan biri Europa. Fenike kralı Agenar ile Telepassa'nın kızı olan prenses Europa, boğa şekline giren Zeus tarafından İda'ya kaçırılır. Avrupa kıtası adını Europa’dan alır. Diğeri Lilith. Adem’e itaat etmediği için dışlanan, ihtiyaçlarını şeytanla giderebilen, şeytandan doğan çocukları tanrı tarafından katledilen anneannemiz Lilith. Hem dişiliği hem özgürlüğü hem de eşitliği gaps edilmiş Lilith olan Havva. Doğu Akdeniz kültlerinde belinden aşağısı yılan, üstü kadın olan akıllı, iyicil akıllı ve iyicil doğaüstü varlık Şahmeran: hiç yaşlanmaz. Öldüğünde ruhunun kızına geçtiğine inanılır. Grek mitolojisinde Zeus’un Hera’dan habersiz yaşadığı bir ilişki nedeniyle başı ağrır, Hera’dan olma oğlu Hephaistos, babası baş tanrının ağrısını dindirir baltasıyla: Zeus’un başını yarar ve bilgelik tanrıçası Athena doğar. Böylece kadının doğurganlığı elinden gasp edilerek alınır, ataerki berkitilerek güçlendirir. Antik Yunan’da erkeklerle eşitlik mücadelesinin simgesi Amazonlar ortadan kaldırılarak Atina’ya yeni bir düzen getirilir. Hitit İmparatoru III. Hattuşili’nin eşi Puduhepa, evliliğiyle ilgili yaptığı konuşmayla tabletlerde sesini duyurmaya çalışır. İsa’yı tapınakta doğuran Meryem, Muhammed’e inanan Hatice. Ali’nin eşi Fatma. Milet’ten Atina’ya gidip Perikles’in eşi, başta Sokrates olmak üzere dönemin filozof ve tragedya yazarlarının dostluğunu kazanan Aspasia. İştar, Theodora, Hürrem… Ve İktidarca çocukları çalınan, öldürülen, yok edilen Berfo Analar, Fadime Göktepeler, Gülsüm Elvanlar… Ve 16 yaşında evlendirilip 24 yaşında ömrü önce gasp edilip ardından tüketilen Melek Karaaslanlar…
Gülhane’den bu yana hastalığımız daha da derinleşti; eksikliğimizi daha fazla hisseder olduk. Annemiz hapis. Sütle dolu memeleri bizden uzak. Memeleri dişsiz damağımızı ararken biz ise her ne kadar sütannelerimizce emzirilsek de o güvenli kokuya, tene ihtiyaç duyuyoruz. Yoksunuz. Varlığını seziyoruz ama bilmiyoruz. O derinlerde hiç gitmeyen, bitmeyen melankolimiz daha çok bundan.
Annemizin rahmine düşünce başlamıyor yaşam/ımız, bir başka momente evriliyor. Öncesi var şüphesiz. O öncenin toplamıdır yaşam bir bakıma. Annemiz bize hayat veren yaşam.
Doğanın katili
Doğaya, yeşil gezegene doğuyoruz. Toprak ana da dediğimiz Doğaya. Belki de Efesli Karanlık Bilge’nin (Herakleitos) dediği gibi her şey akıyor ve biz her gün yeniden doğuyoruz. Bu yeniden doğuşun hiçbir anı sonsuz yaşamı kuşatamaz. Her kim ki bunu iddia eder, ölümcül gerilimlere neden olur. Güven, teslimiyet, olanı görmek, anlamak. Annemizle barışmak. Oysa İktidar, bizi annesiz bırakan Erkek. Aileye zorla dahil olan harici özne. Zorla dâhil olup -bir tür züccaciye dükkanına giren fil misali- her şeyi deviren, kıran, tedirgin eden Baba. İktidarın Erkek, devletin Baba, doğanın Anne ile metaforlaştırılması tesadüfi olmasa gerek.
İktidar, ister İbrahim’i dinler ister kapitalizm olsun sürekli ortak Anlatılarını fısıldar kulaklarımıza. Daha doğmadan düşmanlaştırılırlar annemize, anneannelerimize, Doğaya, doğamıza. Düşmanlaştırma, Doğanın katli, kapitalizm ile bedeni kösnülleştiren anlayışın ittifak içindeki eşgüdümünde gerçekleştirilir.
Kişi, insan türünün tekil varlığı olan bireyin özneleşmesiyle ortaya çıkan etik varlıktır. Kişileşen birey, etik bir haleyle kültürel özneye dönüşür. Özdeşleyim ile yaşamda -doğal, toplumsal, politik ve etik- kendine yer açar. Bu yer açma yani özdeşleyim sürecine eşlik eden değerse özgürlüktür. Özgürlüğün türevi olan kişi, aynı zamanda özgürlüğün taşıyıcısıdır. Annenin desteğiyle gerçekleşir bu süreç, annenin sağladığı güvenle. Annenin verdiği koşulsuz destekle. Baba ya da İktidarın ilişkilenmesi koşulludur, ilişkiyi araçsallaştırır.
Kişi, kendi dışındaki varlık alanını gözettiği ölçüde annesinin içinde güvende olabilir. Doğa: işte içine doğduğumuz ikinci annemiz. Ebedi doğum ya da doğuştur yaşam... Her nefes yaşamı besler.
Bu, gözetmek ile olanaklı. İnsan, annesini katletmek ile meşgul. İnsan nasıl kendini öldüremiyor ise, doğayı yani annesini de öldürmek gücüne sahip değil. Doğa 4.5 milyar yaşında ve yeni yaşam formları üreterek bir biçimde varlığını sürdürecek. İnsanın eşrefi mahlûkat olarak kibri kendisini bitirmesine neden olacak. Doğasızlık, annesizlik. İnsan, annesinin sürekli bakımına muhtaç hiç büyümeyen kuzusu. Annemiz dilimiz.
Dilimiz Babadili, Anadilimizde yaşamıyoruz. O nedenle bilincimiz yaşama düşman. Savaştan beslenen bir tür zehir. Yeni bir dil yaratmaya, annemizin dilini, yaşamın dilini besleyip büyütmeye, ne bedeni ne de bedenle özdeşleştirilen dişiliği kösnülleştiren yeni bir dile ve bunun türevi bilince, bakışa ihtiyacımız var. Annesizliğimizin yarattığı Doğasızlık, artık haykırıyor. Bizi çağırıyor. Bu sesi duymak Yaşam…
Ana tanrıça
Gülhane’den bu yana radikal biçimde süren İdeoloji arayışı, işte bu nedenle nafiledir. O anne içimizde, tam da burada. Harici bir dünyada değil. Yabancılaştırıldığımız kendimizde. Burukluğun, yetimliğin çaresi var, annemiz işte tam da burada hissedişimizde. Annemizi gasp eden Babamız bizi yetim bırakmaz.
Oysa öksüzüz… Annesizlik ikamesiz. Annesizlik içine doğduğumuz ikinci rahme de kayıtsızlık. Annemizin de içinde olduğu o büyük annemizle yani Doğayla barışmak, onu gözetmenin önkoşulu annemize kavuşmak, ruhumuzun anne kokusuyla ve teniyle, sevgiyle gönenmesine ihtiyacımız var.
Anneannemiz, Europa örneğinde olduğu gibi Zeus tarafından nasıl kaçırılıp iradesi iktidarca gasp ediliyor. Annesiz bırakılıyoruz. Dilimiz yok. Dilsiziz. Öylesine süte muhtacız ki anneyi ikame etmeye çabalıyoruz. Her ne kadar sütanneden ihtiyacımız olan sütü alsak da annenin kokusuna duyulan ihtiyaç başka. Annenin kokusu tenden tine, tinden ruha sirayet eden eşsizlik: doğayı aşan yaşam…
Atiye Kalkan’ın “Çalınan mitoloji ve dişil değerler” yazısı ile bitirelim: Tarlalara bereket getiren Tanrıça ise Demeter’dir. İnsanlığa tarımı onun öğrettiğine inanılır. Mevsimlerin düzeni ve birbiri ardına gelmesi de onun sayesindedir. Demeter aslında birçok dünya mitinde görülen bitki ve bereket, toprak tanrıçasıdır. Toprak anadır. O Sümer’de İnanna’dır, Babil’de İştar'dır, Anadolu’da Kupaba’dır, Kibele’dir; Ortadoğu’da Astarte’dir, Mısır’da İsis’tir, İskandinavya’da Freya’dır. Ataerkillik bu güçlü Ana Tanrıça’yı yok edememiş ona oğul-âşıkla birlikte mevsimlerin döngüsünü yönetmeyi, bereketi pay vermiştir.
Bana anneannemler dolayımıyla can veren annem Elif’e…
(MVB/EMK)