Bütün büyük bilim insanlarının söylediği ve bütün çocukların bildiği gibi, sahip olduğumuz sezgi gücü, şefkat ve umudu her şeyden daha çok hayal gücüne borçluyuz. -Ursula K. Le Guin
Bu yazı, içimde yankılanan 'Uygarlık hatırlamaktır' sözüyle, bir zamanlar çocuk olan ben, şimdi yetişkin bir eğitimci ve felsefeci olan ben. Bu yazıyı yazan kim? Bunları ayırmak ne kadar olanaklı? "Uygarlık hatırlamaktır" sözü, yankılanır kulağımda hep. Yetişkinliğe adım attıkça belleğimiz zayıflar, kimlikler giyinerek içimizdeki o çocuğun fısıltısını bastırmaya başlar, başka varlıklara dönüştüğümüzü sanırız. Oysa içimizdeki çocuk, hatırlanmayı bekleyen bir fısıltı gibi varlığını sürdürür.
Şimdi kısacık “bir zamanlar çocuk olan ben”e kulak verelim. Ben bir çocuk olmanın yanında bir işçiydim, tıpkı dünyadaki milyonlarca çocuk gibi. Önce orman, tarım, kereste atölyelerinde işçi; nihayet, henüz reşit olmadan yüzlerce kilometrelik mesafeler arası yük taşıyan bir kamyon şoförü. Çocukluk, yalnızca oyun ve masumiyetle değil, çoğu zaman çalışmanın, emeğin ve erken büyümenin de hikâyesidir.
Hem yetişkin hem de felsefeci olarak çocuk nedir? Özgürlük nedir? Aile nedir? Toplum nedir? gibi temel sorulara yanıt aramaktayım. Endüstri çağının ardından, özellikle 1980'lerle birlikte neoliberalizmin etkisiyle yurttaştan müşteriye dönüştürülen, piyasacılığın giderek artmasıyla çocukların 85 cm ile "zırlama ekonomisi"ne teslim edilerek müşterileştirildiği bu rejim nasıl bir iklimdir? Büyüsü bozulan bir toplumda hâlâ özgürlükten, gelecekten, barıştan ve bunların imgesi çocuktan söz edebilir miyiz? Nasıl?
Madem ki uygarlık hatırlamak o halde sözlüklerimize bakalım; bugün içinde yaşadığımız anlam evrenimizin kökenine, etimolojiye. Türkçede çocuk, hem 'domuz yavrusu' hem de 'her şeyin küçüğü' olarak tanımlanır. Arapçada wld kökünden gelen walad, "çocuk" sözcüğünden alıntıdır. Walad, Arapça walada "doğurdu" fiilinden türer; Eski İngilizcede child "fetüs, bebek, doğmamış veya yeni doğmuş kişi"; cildhama “rahim”, anneyle ilişkilendirilerek “rahmin meyvesi” anlamındadır.
Aile, Arapça ˁwl kökünden gelen ˁiyāl, “bir kişinin bakmakla yükümlü olduğu kişiler, hane halkı” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcük Arapça ˁāla, “geçimini sağladı, besledi, baktı” fiilinin fiˁāl vezninde çoğuludur. Latinceden Batı dillerine geçen “family” ise Arapça anlamını aşarak efendinin sahip olduğu her şey yani çocukları, hizmetkarları, ahırdaki hayvanları, çitin içindeki her şeyi ve evi imler.
Çocuk, tüm dillerde bir başlangıcı, yeni bir umudu temsil eder. Ancak politik anlamda nesneleşmiş bir varlıktır. Hepimiz ondan söz ederiz. Onu hamur gibi yoğurur, masumlaştırır, kültürleyerek biçim veririz. Çocuk, uygarlığın başlatıcısı, dil ise onu sarıp sarmalayan topluluğun ürünüdür.
Çocuk, başlangıç ve gelecektir. Çocuk, bu nedenle politik anlamda nesnedir. Hepimiz ondan söz ederiz. Onu hamur olarak görür, yer yer masumlaştırır, kültürleriz. Erken doğan insan yavrusu bakıma muhtaçtır. Çocuk, annenin değil topluluğundur. Topluluk, çocuğu sarıp sarmalar ve onu dil varlığına dönüştürerek üyesi kılar. Dillenme ile kültürlenme eşanlı gerçekleşen olgulardır. Dil, uygarlığın ilk kıvılcımıdır ve varlık nedeni, çocuğun bakımı etrafında şekillenen topluluklardır. “Uygarlık, çocuğun bakımı etrafında dayanışanların ürünüdür” denebilir.
Peki bugün nasıl bir iklimdeyiz? “Yeni tanrılarınız çocuklarınız, tapınınız” ile “Çocuklarınız yeni köleleriniz” “bakış”ları arasında salınan bu iklim ne menem bir şeydir?
Çağlar değişiyor, ancak zihinlerimiz hâlâ geçmişin kalıplarında hapsolmuş durumda. Yetişkinler çocuklardan öğrenmek zorunda, çünkü eski bakış açıları artık yetersiz; bu, türümüz için yeni bir olgu. Şimdiye kadarki bakış açılarımızla artık ne çocuğu ne de çağımızı yönetebiliriz
Felsefe atölyelerinde (P4C) yetişkinlere 'çocuk' denince akıllarına gelen imgeler genellikle birbirine benziyor: melek, balon, hamur, oyuncak, fidan, boş kâğıt... Peki, bu algı bize ne söylüyor? Çocuğu nasıl bir konuma yerleştiriyor? “Verilen yanıtların ortak özellikleri nedir?” diye soruşturduğumuzda kırılgan, eğilip bükülebilir, saflık, katışıksızlık, eğlence, harici güce ya müdahaleye muhtaçlık gibi anlamlara ulaşırız. Bunlar, mevcut çocuk algılarının oluşturduğu kompozisyonu imler. Peki bu kompozisyon ne anlama gelir? Çocuk algımız, içinde bulunduğumuz çağ ve ekonomi-politiğinden azade değil. Çocuk, devletin ideolojik endoktrinasyonunun nesnesi olarak kurulur:
Çocuk, devletin ideolojik endoktrinasyonunun nesnesi olarak öğrenci ve/ya yurttaş statüsünde kurulur ya da yaratılır.
Çocuk, dine de içkin olan toplumun ‘kendi kültürü’nü aktardığı gelenek taşıyıcısı denebilecek bir tür sigorta enstrümanıdır.
Çocuk, kapitalist ekonomi-politikçe zırlama ekonomisi dolayımıyla da tahrik edilen müşteridir.
Bu üç bakış, çocuk özelinde kesişir. Farklı yönlerde çekiştirilse de radikal anlamda çocuğun nesneleştirilmesinde birleşirler. Çocuk, bu üç perspektif ya da anlayış için bir özne olmaktan çok nesnedir; bu yüzden irade sahibi olduğu düşünülmez. Böylece onun adına yapılanlar rahatça meşrulaştırılır.
İklim, adına çocuk dediğimiz varlığı ya da özneyi “aile” dolayımıyla kurar. Devletin, toplumun, dinlerin ve ekonominin koro halinde methiyeler düzüp güzellemeler yaptığı aile kurumu, geniş anlamda iktidarın bir tür aracı ya da maşası ile hedefi imha ederek kurar, en hafif deyimle yapılandırır. Üçlü kıskaç (devlet-toplum-ekonomi) altındaki ailenin rızası Hayatın olağan akışı içinde kolayca üretilir. Üçlü kıskaç altındaki ailenin rızası, hayatın olağan akışı içinde üretilir. Aile, iktidarın maşasıdır; fakat aynı zamanda hedefidir.
Özgürlük ve çocuk ilişkisi, irade kavramını sorunsallaştırılarak ele alınabir. İnsan, evrim sürecinde ayağa kalkarken doğasını bilincinin dışına iter. Türsel belleğini yitirdiğinden her şeyi öğrenmeye ihtiyaç duyar. O nedenle de “eğitim” bir toplumsal kurum olarak çocuğu odağına alır. Çocuk, yetişkinlerin bakışında bu nedenle daha çok bir sünger gibi görülür: yumuşak, hafif, emici, emdikçe ağırlaşan bir nesne. Ancak bu, onun edilgen olduğu anlamına gelmez. Sünger, içine çektiği her şeyi kendine dönüştürerek emer. Çocuğun özgün ve irade sahibi bir varlık olduğunu görmemek, epistemik bir hatadır. Bu bakışın izine deyim atasözlerimizde rastlarız: Ağaç, yaşken eğilir. Fidan gibi çocuk. Çocuk aklı…
Oysa çocuk, yetişkinler gibi 3.5 yaşından itibaren bir anlatı üretir. Oyun kurar, hikâye yaratır. Alegorik anlatımın öznesi ve alımlayanıdır. Oyun yoluyla dünyayı anlamlandırır. İyi-doğru-güzel üzerinde yükselen ve adına Hayat denen kavrayışa sahiptir. Hayata dair bu kavrayışı, çocuğu kişi kılar. Kişi, etik bir kategoridir ve ona kişi muamelesi yapmak yetişkinlerin sorumluluğudur. Bu nedenle saygı, hepimiz gibi çocuğun da hakkıdır.
Günümüzde, insan merkezli türcülüğün dünyayı sürüklediği nokta ortada. Yetişkinlerin her şeye karar verme yetkisini kendilerinde görmesi, gezegendeki yaşamı tehdit etmekte. Peki, bizi politik, ekonomik ve ekolojik olarak bu zor duruma sokan 'yetişkin aklı'nın normlarını sorgulamadan kabullenmeye devam mı edeceğiz? Çocukların katılım hakkını görmezden gelerek onları 'koruma' söylemiyle baskılamaya devam mı edeceğiz? Bu çağda hâlâ çocuğu iradesiz olarak görmek ne anlama geliyor? Bu, çoktan çürütülmüş bir bakış açısını temel alan bir hukuk anlayışını savunmak ne demek? Oysa Demokratik Okullar, Zapatistalar gibi örneklerden öğrenebiliriz. Artık tasarım süreçlerine çocukların da dahil edildiği çalışmalar çoğalıyor.
Sorular burada bitmiyor. Aile ve çocuk ilişkisine irade kavramı üzerinden baktığımızda, geleneksel eğitim anlayışının ne kadar sorunlu olduğu açıkça görülüyor. Çocuk adına karar almak ne kadar meşrudur? Onun yerine konuşmaya hakkımız var mı? Özgürlükçü bir eğitim gerçekten mümkün mü? Çocuğu bağımsız bir birey, otonom bir varlık, etik bir özne olarak görmeden 'demokratik toplum' iddiasında bulunabilir miyiz?
Peki ya piyasa? Çocukları müşteriye dönüştüren, tüketime odaklayan bu ekonomik sistem nasıl bir toplum yaratıyor? Yasalar, çocukları kimden koruyor; onları gerçekten gözetiyor mu? Devlet, piyasa ve aile arasındaki ittifakta çocuk nerede duruyor? Çocuğun iradesi kim tarafından, nasıl tanımlanıyor? Yetişkinler olarak çocukları ne kadar duyuyor, onlara ne kadar alan açıyoruz?
Peki ya internet ekosistemi için ne diyeceğiz? Bugün çocuklar, yalnızca fiziksel değil, dijital dünyada da tüketiciye ve veri kaynağına dönüşüyor. Çocukları ‘zararlı içerikler’den korumak için çıkarılan yasalar, çoğu zaman gözetimi artırarak sanal dünyadaki izlerini daha sıkı kontrol etmeye hizmet ediyor. Algoritmalar, çocukların hangi içeriklere yönlendirileceğini belirliyor, peki çocuklar bu sistemleri sorgulayabiliyor mu? P4C yani çocuklarla felsefe yaklaşımı, çocuklara dijital dünyada eleştirel düşünmeyi, manipülatif içerikleri ayırt etmeyi ve bilinçli bir “dijital yurttaş” ya da “kosmonetizen” olmayı öğreterek bu dönüşümü engellemede kritik bir rol oynayabilir mi?
Adorno’nun sözünü hatırlayarak yanlışlanmış, çürütülmüş varsayımlarımızla daha da büyüyen sorunları görünürleştirerek düşünmemizi sürdürelim: "Yanlış hayat doğru yaşanmaz." Peki, çocuklar için yanlış bir hayat kurarak doğru bir dünya inşa edebilir miyiz?
Şimdi insan yavrusuna ne diyeceğimiz konusunda kafamız oldukça karışık. ‘Çocuk’ üzerine adlı yazımda bunu göstermeye çalışmıştım. Kime çocuk diyeceğiz? ILO, Çocuk Hakları Sözleşmesi, kimi dinlerin teolojileri, psikoloji, biyoloji… Bu konudaki uzlaşısızlık, zaman zaman gelenek ile hukukun çatışmasına neden olabiliyor. Bunların üzerinden de çeşitli politik tartışmalar, sorunlar yaşayabiliyoruz. Çocuk işçisi anılarım, maddi tarih bilincimizden tarihsel bilgileri de anımsatır: 4 yaşındaki çocukların tekstil makinelerinin altında tezgahtan dökülenleri toplamaları; bacaları, kazanları temizlemeleri; aileye katkıda bulunarak Hayata hazırlanmaları... Bugün “helikopter ebeveynlik” de denen bir yaklaşımla çocukları sürekli eğlendirerek, oyalayarak onlara tapılan yaklaşım arasında salınmak kademiz olamaz. Dengeyi bulmak hem davranış hem de bilgisel anlamda sorumluluğumuz. Çocuk için ile çocuk odaklılık kavramlarını daha net tanımlayarak ayırmak ve toplumsal bilinçte kendine yer açmasına katkıda bulunmak sorumluluğumuz. Bu denge için çağrım barışçıl dünya isteyen hepimizedir. Birinci/l adım, gelenekten gelen ve artık çürütülen bilgilerle ve yaşamayan kavramlarla düşünmeyi bırakmak olabilir.
Sonuç olarak “İyi de ne yapalım?” diye sorarız bu tür durumlarda. Her çağ nasıl sorunlarıyla gelirse çözümler de sorunlarına içkindir. Bugün dünyada ve Türliye’de yaygın biçimde kullanılan bir yaklaşım var: P4C ya da Çocuklarla Felsefe.
P4C, çocuğun yalnızca felsefi sorgulama yapmasını değil, aynı zamanda düşüncelerini temellendirmesini, eleştirel bir bakış açısı kazanmasını ve toplumsal yapıların dayattığı hazır kavramları çözümleyebilmesini sağlar. Çocuk, hem aile hem de topluluklarda kendini ifade edebildiği ölçüde güçlenir. Ancak çoğu geleneksel eğitim modeli, çocuğa bir özne olarak değil, bilgiyi alıp depolayan bir nesne olarak yaklaşır. Halbuki felsefi sorgulama yoluyla çocuk, kendini ve çevresini anlamlandırma kapasitesini geliştirir, kararlarına dair gerekçeler üretebilir. Bu noktada aile içinde eleştirel düşünmenin teşvik edilmesi kritik bir meseledir. Çocuğun “neden” sorusuna verilen cevaplar onun epistemolojik duruşunu şekillendirir. “Çünkü böyle” ya da “büyüyünce anlarsın” gibi cevaplar, çocuğun sorgulama alanını daraltırken, onu itaatkar kılar oysa açık uçlu ve diyalojik yaklaşımlar, çocuğun bilişsel gelişimini besler; deyim yerindeyse onu etik bir özneye yani kişiye evriltir.
“Umut, en büyük talihtir.” Dünyada İsrail gibi, birlikte yaşadığı komşularının üzerine atılacak bombalara ilkokul çocuklarına mesajlar yazdıran, buna izin veren öğretmenler, anne-babalar yanında Hollanda gibi dünyanın en mutlu çocukların yaşadığı ülkeler de var. Hollanda’da çocuklar mutlular çünkü değerler eğitimi altında belli bir dinsel ya da ideoloji değil saygı, mahremiyet, tolerans, özgürlük, dürüstlük gibi her biri etik ilke olan insan hakları öğretiliyor. Belli bir makama gelince de insanların mahrem bilgilerini satıp zengin olmayı düşünmüyorlar ama Türkiye’de ve benzer “maneviyat” ile yaşayan ABD’de bunun pek çok örneğine rastlıyoruz. İnsan, içine doğduğu hayattan öğreniyor. Bu öğrenmeler özgürleştirici olabildiği gibi köleleştirici deyim yerindeyse mankurtlaştırıcı da olabiliyor. Özgür ve saygılı çocuklar mı istiyoruz yoksa komşularının ölmesini isteyen çocuklar mı? Retorikte hepimiz barışçılız ama “Uygarlık, bilgiler değil davranışlar bütünüdür.”
Barış ile…
(MVB/RT)