"İnsanlar, Tanrı'ya inançlarını yitirdikleri zaman, bu, onların artık hiçbir şeye inanmadıkları anlamına gelmez; her şeye inanmaya başladıkları anlamına gelir.” U. Eco
İnsan türü, dikotomik biçimde kendini doğanın içinde ama farklı, deyim yerindeyse doğa-dışı ya da saf kültürel bir varlık olarak konumlandırdı. İnsanlık, kendini uzun süredir doğadan ayrı, “üstün” bir varlık olarak görmekte.
Bu yanılsama, İbrahimi dinlerin ve kapitalizmin şekillendirdiği bir dünya görüşünün ürünü. Ancak DNA’nın keşfiyle birlikte, tüm canlıların temelde aynı yapı taşlarını paylaştığı gerçeği ortaya çıktı. Bu Hakikat, insanın doğa ile olan derin bağını bir kez daha gözler önüne serdi.
İnsan ile doğayı ayrı kategorilere koyan dikotomik kavrayış, İbrahimi dinler ve kapitalizmi ana Anlatıya dönüştürdü. Birbirini var eden bu ittifakın, yaşadığımız iklim krizi, göç ve mülteciller, toplumsal cinsiyet, türcülük, radikal zenginlik ile derin yoksulluk, toplumsal bölüşümdeki adaletsizlik gibi majör sorunların da ana kaynaklarından biri.
Yaşadığımız iklim krizi, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi küresel sorunlar, bu yanılsamanın yıkıcı sonuçlarını gözler önüne seriyor.
İnsanlık, tür olarak gezegenin geleceğini tehdit eder hale geldi. Bu durum, yeni bir anlatıya, yani doğa ile insan arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayan bir bakış açısına ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor.
Mevcut anlatı; rekabet, tüketim ve bireysel başarı gibi kavramları ön planda tutarak insanı doğadan ayırıyor.
Doğayı kavramak
Bu anlatı, doğayı sömürülmesi gereken bir kaynak olarak görüyor ve gezegenin sınırlı kaynaklarına olan talebi artırıyor; bu talep yer yer talana dönüşüyor. İnsan, tür olarak artık yalnızca kendisi için değil Gezegen ve içindeki yaşam için de bir tehdit. İnsanı tehdit olmaktan çıkarmak, gezegenimizdeki yaşamın sigortası.
Şimdi, artık bu sürdürülemezlik çağında Yaşamın sigortası olacak yeni bir Anlatıya ihtiyacımız var. Kavram temizliği ile başlamak sorumluluğumuz: Dilimize sinmiş, bilincimize rengini veren kavramsal örgünün dışında bir Anlam evreni yaratmak ilk adım olabilir. Aksiyoma dönüşüp bilincimizi köleleştiren şu iddiaları sorunsallaştırarak doğacı Anlatıya giden yolu açabiliriz:
"İnsan, bireysel bir türdür" savı, insanın doğayla olan karşılıklı bağımlılığını göz ardı ediyor. "Rekabet, başarının dinamiğidir" düşüncesi, işbirliği ve dayanışmanın önemini küçümsüyor. "Tüketmek, mutluluk getirir" inancı, materyalizmi teşvik ederek doğayı tüketiyor. “İnsan, değerli bir varlıktır” anlayışı, biyolojiyi etik yerine ahlak ile temellendirerek ideolojik bir kaydırma ile insanı doğaya egemen kılıyor.
İnsanın “değerli” bir varlık olması, “insanın değeri”nde saklıdır. İnsanı, canlılığın “eşref-i mahlukat” bakışında olduğu gibi -ki bu, doğayı insanın sömürü kaynağı olarak gören kapitalizmin perspektifini yineler- canlılar piramidinin en tepesinde görmek, firavunlar yaratır ve firavunların yapıları da yıkılmaya mahkumdur.
Oysa doğa, piramidal şekilde değil dairesel ya da bütün varlıkların birbirleriyle ilişkilendiği sarmal bir döngünün habitatıdır. İnsanın değeri, etik bir özne olarak anlam üretir; bu anlam, onun topluluğun bir parçasına olması ile konuşur.
Yeni bir anlatı, artık inanca dönüşerek dogmalaşmış bu kavrayışsızlıkları ortadan kaldırarak insanı doğanın bir parçası olarak yeniden konumlandırabilir. Bu Anlatı, doğayla uyumlu, sürdürülebilir bir yaşamı teşvik edebilir, böylece tüm canlıların yan yana ya da birlikte yaşaması sağlanabilir.
Anlatıyı üretecek rahim
Doğacı kavrayış, kendi kavramlarını, teorilerini ve bunların şemsiyesi olabilecek paradigmasını üretmedikçe gezegenimizdeki Yaşam sona erecek. Bu kavrayışı Anlatıya dönüştürmek mazinin dilini reddetmekten geçiyor. Zihin haritamız, bilincimiz doğayla konuşmadıkça Yaşam için tehdit olmayı sürdürecek.
Yeni kavramlar, yeni normlar ancak yeni ilişkilerle olanaklı, en başta da doğa ile kurulacak ilişkilerle. Doğayla dikotomiyi sorunsallaştırarak aşan ilişkiler, ihtiyaç duyduğumuz anlatıyı üretecek rahim olabilir.
Aristoteles, Poetika adlı eserinde theoria, praksis ve poiesis eylemlerinden söz eder yani düşünmek, yapmak ve yaratmak. Yaratmak, düşünmeye ve yapmaya içkindir. Anlatımız için yeni kavramlara, normlara, ilişkilere, kurumlara, mimari tasarımlara, üretim-bölüşüm modellerine, yaşam alanlarına yani Yaşama ihtiyacımız var ama yaşayan bir yaşama.
Bu süreçte sanatın, başta müzik olmak üzere özellikle şiirin ve görsel sanatların gücü ihtiyaç duyduğumuz bakışı, anlayışı, kavrayışı, görüşü, hissedişi ve en önemlisi de sezişi bize kazandırabilir.
Kriz anlarında ya da anomalilerde kurtarıcıya olan ihtiyaç artar. Dilimizdeki “denize düşen yılana sarılır” sözü böylesi durumlarda anılır nedense. Şimdi yapay zeka (YZ) bir kurtarıcı olarak servis edilmekte. Oysa varoluş nedeni mal ve hizmet üreterek kar elde etmekten ranta evrilen günümüz şirketlerinin hegemonyasında bir tür tekno-feodalizmin yolu döşenirken Yaşamın yaşaması nasıl sağlanacak?
Nietzsche'nin “Tanrı öldü” sözü, modern yaşamın başladığının habercisidir bir bakıma. Oysa tanrılar ölmez, yeni formlarda deri değiştirerek yeniden yeniden yeniden varolurlar.
Tanrı, bir hastalık semptomudur. Hastalığı ortadan kaldırmadıkça tanrılara, o vaad edilen ve olanaklı dünyayı aşan ebedi yaşama muhtaç olmaya devam edeceğiz. Sorunların yakıcılığı karşısında “ilaç” niyetine sarıldığımız o “yılan”lar ile sıtmaya razı ediliyoruz.
Ölüm ile sıtma arasına sıkışmışlıklardan sağlığın imkanına ihtimal vermiyoruz. Bu, bir tür öğrenilmiş çaresizlik olarak bilinçlere zerk edildikçe keçeleştirilerek mankurtlaştılan beynimizin rızasını üretmek de zor olmuyor. Olağan bir günde bir kentlinin yüzbinlerce uyarana (bildirim, notification) maruz kalmasıyla türümüz gün geçtikçe Homo Sapiens Sapiens’ten (düşündüğünü düşünen insan) Homo Videos’a (izleyen, seyreden ama düşünmeyen insan) evrilmekte.
İnsan evrimi
Dijital devrimle birlikte neoliberalizm gemi azıya aldı ve pandemi sürecinden bu yana orta büyüklükteki bir ülkenin GSMH’sinden (gayri safi milli hasıla) yüzlerce milyar dolarlık servetleriyle daha zengin ve ‘güçlü’ insanların çağındayız. İçinde artık nefes alamadığımız bu iklimin kendisi kelimenin birinci anlamıyla krizdir.
Bu krizler, bir tür hastalıktır. “Hastalık nedir?” sorusunun yanıtı tam da şimdi 60 saniyelik dünyadan manzaralardır. “Hastalık nerdeyse ilaç oradadır.” Oradadır çünkü hastalık, doğar. Onu doğuran bir bağlamdır. Bağlamı tedavi etmedikçe hastalık ya bastırılır ya da mutasyona uğrayarak daha da güçlenir.
İnsanın evrim sürecinde anneden erken doğması ile otoriteye duyduğu ihtiyaç arasında yüksek bir korelasyon vardır. İnsan yavrusu, erken doğum nedeniyle bir topluluğun bakımına ihtiyaç duyar. Mademki bu kaçınılmaz bir ihtiyaç, o halde bunu istismara mahal vermeyecek şekilde formüle etmek de sorumluluğumuz.
Bu da gücün kamunun yararına kullanılması, özel tasarrufların sınırlandırılmasıdır. Oysa dünyadan yaşamı kovan, gezegeni büyük bir iştih ile yaşanmaz kılan ve son olarak tekno-feodalizmi yaratan içinde artık kelimenin birinci anlamıyla nefes bile alamadığımız bu neoliberalizm ikliminin deregülasyon sürecine son vererek referansı yaşam olan kamusal ve kamucu regülasyonları Yaşamı referans alan düzenlemeleri (regülasyonları) talep etmek zamanı.
"Umut, en büyük talihtir" der, Çinliler. İnsanlık tarihinde birçok kez büyük değişimler yaşandı. Bugün de dünyamızı dönüştürme gücüne sahibiz.
Doğayla yeniden bağ kurarak daha adil, eşit ve sürdürülebilir bir geleceğin olanağını yaratabiliriz. Umutlu olalım, çünkü her canlı doğası gereği yaşamayı arzular. Umut, arzuya yani yaşayan bir Yaşama içkindir. Yaşamla…
T. S. Eliot’un Suphi Aytimur’un çevirisiyle Çorak Ülkesi’nden Gök Gürültüsünün Dedikleri adlı V. bölümden bir pasaj ile bitirelim…
….
Yücelerden gelen şu ses de nedir
Anaların yaktığı ağıdın mırıltısı,
Nedir şu kukuletalı insan yığını, kaynaşır
Sonsuz ovalarda, tökezler çatlak toprakta,
Ki kuşatılmış dümdüz bir ufukla yalnız,
Hangi kenttir şu dağların üstündeki
Çatırdı ve sessizlik ve patlamalar erguvan gökte
Yıkılan kuleler
Kudüs Atina İskenderiye
Viyana Londra
Düşçül
Bir kadın uzun kara saçlarını gerdi eliyle
Ve zırıldattı tellerinde bir ezgiyi
Ve bebek yüzlü yarasalar erguvan ışık içre
Islık çaldılar ve kanatlarını çırptılar
Ve kara bir duvardan aşağı sarktılar başaşağı
Ve havada tepetaklaktı kuleler
Çalarak hatırlatan çanları ki saatleri vurur
Ve boş sarnıçlarla kör kuyulardan yükselen türküler.
Dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda
Solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor
Çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda
Bomboş bir kilise, yelin cirit attığı,
Cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur,
Kuru kemikler incitmez ki kimseyi.
Sırf bir horoz kurulmuş çatı direğine
Ku ku riku ku ku riku
Bir şimşeğin yalazında. Sonra çileyen bir bora
Yağmur getiren.
(MVB/EMK)