AKP iktidarının üç icraatı, Özgür Gündem gazetesinin kapatılması, Newroz'un kitlesel kutlanmasına ve KESK üyesi kamu çalışanlarının yaygın protesto eylemine karşı aşırı şiddet kullanılması, hükümetin baskıcı politikalarını karakterize etmesi kadar yumuşak karnının neresi olduğuna da -yeniden- işaret etmiş oldu.
Toplumsal muhalefetin en dinamik iki unsuru, yani Kürt hareketi ve işçi hareketi, Türkiye'de iktidarın aşil topuğunu oluşturuyor.
Bu iki hareketin unsurları, taleplerini sokakta ifade ettiklerinde çoğunlukla devletin şiddetiyle karşılaşıyorlar. Biber gazı, basınçlı su, otobüslerde (Ahmet Türk'e) atılan yumruklar vb gibi somut şiddet ögeleri dışında da baskıya maruz kalıyorlar.
Özgür Gündem'in kapatılması bu tür baskıların düşünce ve haberleşme özgürlüğünü hedef aldığını gösteren anlamlı bir örnek.
Hiç kuşkusuz, baskıcı (ve şiddete dönüşen) politikalara duyulan ihtiyaç, iktidarın, egemen sınıfların veya iktidardaki bir partinin var olma biçimiyle, uygulanan (veya uygulamaya konulacak) politikaları ile ve toplumsal muhalefetin düzeyi ile yakından ilgili. Diğer yandan, baskı ve şiddetin yalnızca siyasi rejimin selameti veya tek parti iktidarının siyasi zihniyeti çerçevesinde açıklanması gerçekliğin eksik bir biçimde ortaya konulması anlamına gelir.
İstikrarlı uzun 10 yıl
Demokratik hak ve özgürlükleri sınırlayan baskıcı politikaların, 'ekonomik istikrar'ın ve 'siyasi istikrar'ın devam ettirilmesi gibi çok somut maddi-somut gerekçeleri var. Ekonomik istikrarı sürdürmek için, ideolojik, politik, sosyal bir dizi politikaya da ihtiyaç var.
AKP iktidarının uzun 10 yılı, Cumhuriyet tarihinde sermayenin en istikrarlı şekilde biriktiği, kar elde etmenin önündeki engellerin sistematik biçimde temizlendiği bir dönemi oluşturur.
AKP'ye karşı darbe girişimleri olduğu Ergenekon dava sürecinde de ortaya çıkan bir vakıa. Bunun yanı sıra sermayeler arası çelişkiler yoğunlaşıp, siyasi temsil sorunu haline geldiği, TÜSİAD'ta temayüz eden 'egemen büyük sermaye gücü'nün siyaseten temsil sorunu olduğu da bir vakıa. Ve nihayet, bürokrasi ile siyasi iktidar arasındaki gerilimin, AKP'nin icraatlarını yavaşlattığı da...
Ama bütün bunlara rağmen, AKP bütün sermaye kesimlerinin çıkarlarını tavizsiz biçimde temsil etti. Bunu izlediği politikalarla, sermaye birikiminin istikrarına halel getirmemesiyle de görebiliyoruz. Halel gelemezdi de. Çünkü 'ekonomik istikrarı' bozacak en önemli unsur olan, işçi ve sendikal hareketin mücadele düzeyi çok düşük seviyede seyretti.
AKP iktidarı, Şubat 2001 tarihli Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizinden sonra adeta engelsiz biçimde hayata geçirilen, neo-liberal ekonomi programını gönülden sahiplendi, sadık biçimde uygulamayı, adeta vazife edindi. Ama AKP, bu politikaları çok daha ileri götürdü. Parlamento gücü, temsil ettiği sermaye kesimleri, kadro ve kitlesel ilişkisinin genişliği ile bu politikaları boyutlandırdı.
Kemal Derviş ve yardımcısı (halen CHP milletvekili) Faik Öztrak'ın mimarı olduğu söz konusu politikaların hayata geçirilmesi için işçi hareketinin ve diğer toplumsal muhalefet unsurlarının bastırılmadan hayata geçirilmesi ve sürdürülmesi mümkün olamazdı.
Program, bir yandan işyerlerinde (emek sürecinde) emek aleyhine kalıcı düzenlemeler getirirken, diğer yandan kamu kaynaklarının emekçiler yerine sermaye aktarılmasının önünü açıyordu. Kürtlere yönelik 'Kirli savaş'ın o dönemde ciddi biçimde yoğunluğunun azalmış olması da kamu harcamalarının 'verimsiz alanlara' aktarılmasını engelleyen uygun bir konjonktür yaratmıştı.
Kamu maliyesindeki disiplin
Bugün AKP sözcülerinin sık sık övündüğü 'kamu maliyesi' disiplini, yani bütçenin gelirlerinin artırılıp harcamalarının azaltılması, işte o dönemde, tüketim vergilerinin artışı, özelleştirmeler, işçi ikramiyelerinin sona erdirilmesi, kamu istihdamının daraltılması ve sosyal ödemelerin azaltılması ile oluşturuldu.
Sermaye sınıfının hemen her kesimi de kaynakların Kürtlerle mücadele için savaşa ve sosyal ödemeler ile işçilere, kamu kuruluşlarına aktarılmasına kuvvetli şekilde itiraz ediyorlardı. Dolayısıyla, gerek işçi hareketinin, gerekse Kürt hareketinin kontrol altında tutulması, bütçede sağlanan 'iyileşmeler'in sürdürülmesi için de elzemdi. 'Ekonomik istikrar', siyasi bir istikrarla ve sendikasızlaşma ve diğer toplumsal hareketlerin örgütlenmesinin engellenmesi ile paralel bir seyir izledi.
Kürt göçü, işçileşme ve kent yoksulluğu
AKP'nin uzun 10 yılı boyunca, Kürt meselesinin en ağır sosyal boyutu olan kırdan metropollere göç hızlanırken, işçileşme cumhuriyet tarihinde görülmemiş biçimde artarken ve yoksulluk, 'kent yoksulluğu' biçiminde, milyonları kapsayan bir toplumsal tabaka haline gelirken istikrarın siyasi olarak da devam etmesi büyük önem taşıyor.
İşçileşmenin yoğunluğunu göstermesi bakımından şu rakamlara anlamlı görünüyor: 1980'lerin ikinci yarısında ücretli çalışanlar Türkiye toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 11'ini, Türkiye toplam istihdamının yüzde 37'sini oluşturuyordu. Günümüzde ise ücretli çalışanlar Türkiye toplam nüfusunun yüzde 19'unu ve Türkiye toplam istihdamının yüzde 60'ını oluşturuyor. Kentlerde ise ücretliler kent nüfusunun yaklaşık dörtte birini ve kent toplam istihdamının üçte ikisini oluşturuyor artık günümüzde. (Türkiye İstatistik Kurumu resmi verileri)
Sözettiğimiz bu üç kategori iç içe geçmiş, birbirinden ayrılamaz halde olan bir süreci meydana getirir. Şöyle ki, kent yoksullarının çok önemli bir kısmını kırdan göç etmek zorunda kalan Kürtler oluştururken, yine sanayinin ama daha çok da hizmet sektörünün vasıfsız, ucuz emek talebinin küçümsenmeyecek bir kısmını yine hızla işçileşen eski Kürt köylüleri oluşturuyor.
'Sahici demokrasinin adı'
Bu sosyal kompozisyon, toplumsal değişimin sağlanması için çok büyük bir imkan. Türkiye'nin en öncelikli meselesi olan Kürt meselesinin çözümünün devlet-sermaye-siyasi iktidar aksının aşılarak Türkiye'nin Batı'sındaki geniş toplum kesiminin katkı sunmasıyla çözüme yönelmesi için de çok önemli bir imkân. Zaten bu geniş toplum kesiminin desteği olmaksızın sorunun özgür ve eşitlik temelinde çözüme kavuşması çok güç.
İşçi hareketi işyerlerinden yükselen, gittikçe kitleselleşen yeni bir şekillenmeye yönelmedikçe, ekonomik ve siyasi istikrarın milyonlarca emekçinin ve Kürtlerin taleplerini de dikkate alan şekilde yeni biçimde tesis edilmedikçe, tek parti iktidarının baskıcı karakteri değişmeyecek. Küçümsenmeyecek bir kısmını Kürt kökenli işçilerin oluşturduğu bu aşağıdan yukarıya doğru yükselen yeni şekillenme piyasa demokrasisinin yerine sahici bir demokrasinin de adı olacak gibi gözüküyor. (EB/HK)
* Erhan Bilgin, İktisatçı ve sosyal politika uzmanı