Geçen hafta devletin resmi istatistik kurumu TÜİK tarafından açıklanan milli gelir verilerine göre Türkiye ekonomisi 2012 ilk yarısında (reel olarak) yüzde 3 oranında büyüdü. Bu oran 2011'in sonbaharında yeniden hızlanmaya başlayan ekonomideki daralmanın (resesyon) devam ettiğini gösteriyor. Daralmanın önümüzdeki dönemde hızlanarak devam edeceğini söylemek abartı olmaz.
Bütçe gelirlerindeki ciddi düzeydeki azalma, yatırımlardaki gerileme, reel dış talebin (ihracatın) düşmesi, sanayide üretkenliğin (verimliliğin) azalması, daralmanın hızlanacağına işaret ediyor. Şu da var ki eğer son birkaç aydır İran'a 'altın ihracatı' biçiminde yapılan ve uzun vadede sürdürülemez olan dış ticaret operasyonları olmasa idi 2012 ilk yarısındaki ekonomik büyüme hızı yüzde 1,6 gibi çok daha dramatik düzeyde gerçekleşti.
Sanayide verimlilik artırılamaz, ekonominin borç ödeme kapasitesi daralır ve uluslararası ekonomik konjonktür hızla kötüleşirse, Türkiye ekonomisi 2008-2009 döneminden çok daha şiddetli bir krize girecektir.
Sanayide verimliliğin artırılması, ekonomik büyüme için önemli bir unsur ama asıl-Türkiye sermayesinin küresel rekabette avantaj elde etmesi için hayati önem sahip. Küresel ekonomide neo-liberal iktisat politikalarının hakimiyeti altında adeta sınırsız biçimde yoğunlaşan rekabet, Türkiye sermaye sınıfını, üretim sürecinde işçiden daha fazla değer sızdırmaya, işçinin emeğini yoğunlaştırmaya, daha az işçiyle daha çok üretim gerçekleştirmeye, daha az ücret ödemeye zorluyor. Sermaye 'sürekli üretkenlik' talep ediyor. Üretkenlik artışı talebi, özel sermayenin yüksek düzeye ulaşan borçlarını geri ödemesi ve 'uygun koşullarda' yeniden-borç temin edilmesi için de hayati önem sahip.
Emeğin kazanımlarına saldırı
Sermayenin, çalışanların kıdem tazminatının kaldırılmasını, taşeron istihdamının yasal imkânlarının genişletilmesini, bireysel sosyal sigortanın teşvik edilmesini, işçinin mesleki becerilerinin ('Sürekli Öğrenme') artırılmasını, 'sosyal bütçe'nin sınırlanmasını ısrarla ve sürekli talep etmesinin arka planında işte bu 'üretkenliğin sürekli artırılması ihtiyacı' var. Üretkenlik artışı ise, üretim sürecinde artık değerin artırılması anlamına geliyor.
Üretkenlik artışının kısa vadede teknolojik değişim sağlayıcı etkisi sınırlı kalıyor. Teknolojik değişim veya sabit sermaye yatırımlarında büyük bir artış gerçekleştirilmeden üretkenliğin artırılmasının sınırları var. Dolayısıyla mevcut sermaye bileşimi çerçevesinde, işçi sınıfı büyük kayıplara uğratılarak, üretkenlik artışı sürekli kılınsa bile bunun ekonomik büyümeye (sermaye birikimine) katkı sağlaması belli bir düzeyi aşamayacak. Türkiye'deki büyük sermaye kesiminin içgüdülerinin yanısıra, son 10 yılın şiddetli ekonomik krizlerinde bunu öğrenerek bilince çıkarmış olduğunu söyleyebiliriz. Fakat sabit sermaye çapının nispeten küçük oluşu Türkiye sermayesi için emeğin kazanımlarının azaltılmasının sürekliliğini vazgeçilmez bir politika haline getiriyor.
Şimdi, ekonomik büyümenin sınırlanarak resesyonun, ciddi bir krize yol açma ihtimalinin güçlenmesi, emeğin kazanımlarına yönelik saldırıların artacağına, sürüncemede bırakılmış gözüken kıdem tazminatının kaldırılmasına yönelik girişimlerin yoğunlaşacağına taşeronlaştırmanın hızlandırılıp (esnek istihdam) hızla yasal güvenceye kavuşturulmasına işaret ediyor. AKP hükümetinin bu konularda hiçbir tereddüdü yok tam tersine bu talepleri daha ince politikalarla hayata geçirme taraftarı. Sendikaların ve işçi hareketinin ise muhtemel saldırıya karşı yeterli bir hazırlık yaptığını söylemek çok güç.
Bütçenin çelişkileri
Türkiye sermayesinin rekabet gücü için vazgeçilmez gördüğü bir diğer olgu, devletin bütçe üzerinden sağladığı teşvik, imtiyaz, vergi avantajı gibi destekleri kapsıyor. 2001 krizinden sonra Türkiye bütçesi eski dönemlere göre keskin biçimde sermayenin ihtiyaçlarına göre biçimlendirildi. 'Sosyal bütçe' 'bütçenin denetimi' gibi burjuva parlamentosunun meşruiyetini de güçlendiren ilkeler (kazanımlar) kesin biçimde terkedildi. Bütçe gelirleri sağlam biçimde dolaylı (tüketim) vergilerine bağlanırken, sosyal ihtiyaçlar için aktarılan bütçe kaynakları en alt noktaya indirildi. Bu konuda tek istisna sosyal güvenlik alanı oldu ki bu ise sanayinin rekabet gücünü artırmak için sigortasız işçi çalıştırılması ihtiyacına dayanıyor.
Ekonomik büyümenin yavaşlaması bütçenin toplam gelirlerini ve bilhassa tüketim vergileri gelirlerini azalmasına neden oluyor. Bu ise hükümetin sermayeye sunduğu desteklerin devam ettirilmesini güçleştirecek sonuçlar yaratacak.Bütçe gelirlerinin sınırlanması, kamu borçlarının geri ödenmesini de güçleştirerek Türkiye'nin borç geri ödemesindeki istikrar üzerinde ciddi şüphelerin doğmasına neden olabilecek sonuçlara sahip. Bütçe gelirlerinin azalması kamu çalışanı ücretleri, sağlık ve eğitim sistemi gibi alanlara ayrılan kaynakların daha da azalmasına yol açabilir.
Büyümeye feda edilen haklar
Böylece milyonlarca çalışanın ekonomik büyümenin tekrar yoluna koyulması uğruna bir yandan emek sürecinde kıdem tazminatı, güvenceli iş gibi haklarını kaybetme tehlikesi artarken, öbür yandan emekçilerin bütçeden aktarılan kaynakların daha fazla sınırlanması tehdidi ile karşı karşıya kalacak.
Ekonomik konjonktürün olumsuz hale geldiği koşullarda AKP hükümetinin ekonomi politika seçeneklerinin son derece sınırlı hale geldiği anlaşılıyor. Fakat en büyük avantajı toplumsal muhalefetin zayıflığı ve sendika bürokrasisinin bağımsız bir işçi hareketine izin vermeyen monolitik politikaları ve kendisine verilen uluslararası siyasi destek. Hükümet 2008-2009 krizinin sendika bürokrasisinin açık ve dolaylı desteği olmadan geçiştirilemeyeceği gibi deneyimine de sahip. Sendika bürokrasisi 2012'de krizin ayak sesleri artarken, yine 'ekonominin selameti' ve kendi koltuklarının korunması, uğruna 2009'da olduğu gibi emeğin kazanımlarından ciddi tavizler vermeye yönelecektir. Burjuva iktisatçılarının birçoğu gibi 'önce üretim sonra pastanın paylaşılması' diyen ve yıllardır üretim, verimlilik, tüketim, çalışma gibi kavramların insani ihtiyaçlardan kopartılarak sermayenin ihtiyaçları için ulvi anlamlar yüklenmesine yardımcı olan vülger 'sol' iktisatçı ve akademisyenler bu desteğinin meşrulaşmasına, kamuoyunda yüceltilmesine yardımcı olacaklardır.
Krizin ayak sesleri yoğunlaşırken, Yunanistan'daki, İtalya'daki, İspanya ve Fransa'daki gibi toplumsal alandan yükselen, bağımsız işçi hareketine ve muhalefete ihtiyacımız artıyor. Ekonominin insani ihtiyaçlara göre tanımlanması için de bu ihtiyaç büyük önem taşıyor. (EB/HK)
* Erhan Bilgin, İktisatçı ve sosyal politika uzmanı.