Önceki gece yarısı sabaha karşı geldi sevgili Recep Gürbüz Şawerdîyanlı’nın anasının ölüm haberi. Birkaç gündür hastanede yoğun bakımda yatıyordu. Doksanına merdiven dayamış, acılar görmüş, acılar yaşamış, Lice’nin köylerinden birçoğumuzun anası gibi ibadetinde, sözü kelamı dinlenir aşı ekmeği yenir bir yaşlıca kadın.
Doksanlı yılların sürecinde gözlerinin önünde devletin olanca zulmüne maruz kalıp köyleri boşaltılıp yakılan yıkılanlanlardan. Sabah cenazesini alıp Lice, Genç, Bingöl yolu üzerindeki Şawerdîyan köyünün vadiye bakan yamacındaki mezarlığına vardık. Biz gidinceye kadar mezar kazılmıştı. Çok da kalabalıktı. Çevre köylerden duyan tanıyan bilen mezarlığa taşınmıştı.
Orada sonbahar güneşinin insan tekine tatlı bir sıcaklık verdiği ortamda sararmış meşe, incir ve godîş (yabani alıç) ağaçlarının yanıbaşında bekleşirken her defasında bir genci, ya da orta yaşlı birini gösterdi yanımdaki arkadaş ve hikâyelerini anlatıp durdu.
“Bak abi” dedi “aha bu gördüğün külahlı adamın dört kardeşini o malum doksanlı yıllarda güpegündüz bir araya toplayıp şu karşıki tepenin yamacında üzerlerine bidonla benzin döküp canlı canlı meşale gibi yaktılar kontralar. Şu gördüğün gencin babası ile abisini yere yatırıp gözlerine yanmış naylonu eriterek damla damla damlattılar sonra da tatmin olmadıkları için işkenceyle bütün kemiklerini kırdılar. Şu anamın yanındaki mezarda yatan yedi yıldır Diyarbakır’a gelmemişti. Geldiği gün Seyrantepe’de araçtan iner inmez beyaz torosla aldılar, ceketini başına geçirip götürdüler, günler sonra parçalanmış vaziyette ölüsü bulundu. Şimdi bu insanlar devletle nasıl barışır!”
Düşünün masum kendi halinde yaşını başını almış doksanında bir ana, Saniye kadının cenazesinde son görev yapılırken yakın tarihin kara yüzleri bir bir deşiliyor ve paylaşılıyor.
İstenildiği kadar Fıratın, Diclenin bu yakasındaki faili meçhul ya da belli infaz dosyaları açılmasın. Varsın açılmasın, toplumun, insanlığın belleğinde hepsi kayıtlı. Yerli ya da yersiz her daim dile geliyor. Bu giderek yumruk gibi insanın boğazına düğümleniyor. İnsanının ruhunu bedenini kanatıyor.
Sonra bu ruh haliyle cenazenin defni ve taziye dileklerini toplu olarak sunup ayrılırken Lice'ye varmadan kadim Asur kaynaklarında dünyanın sonu olarak telakki edilen Bırkleyn Mağaralarına ve Bırkleyn Çayına bir merhaba ediyoruz. Mağaranın dibinden çıkıp yol boyu akan giden çayın üzerindeki köprünün başında devletin karayollarının yazıp koyduğu tabela dikkatimi çekiyor. “Büyükmağara” diye yazmışlar.
İçimden “bu devlet zor adam olur” dedim kendime. Çıkardım makinamı fotoğrafını çektim. Dönünce, oturup o ruh haliyle bu yazıyı yazdım. Onlarca yıl bir halkı yok sayacaksın. Türksün sen, diyeceksin. Dilini, kültürünü inkâr edeceksin. Talep edenin feleğini şaşırtacaksın. Anasından doğduğuna pişman edeceksin. Direneni, örgütleneni “terörist” ilan edeceksin.
Halkın onbinlerce yıllık bütün kültürel değerlerini bir bir kendi babanın malıymış gibi sahipleneceksin. On bin senedir adı Bırkleyn olan, duvarında Asur Kralı Tığlatpiliser’in, Salmanazarın stelleri hâla duran yere, utanmadan sıkılmadan Büyükmağara deyip sonra da gururla levhanı koyacaksın.
Bütün bunları yaptıktan sonra hadi gelin birbirimizi affedelim, helalleşelim diyeceksin. Valla sizi bilmem ama bu iş hayli zor. Bunca yapılanlardan sonra hiçbir şey olmamış gibi “affetmek” sahiden zor. Kim kimi affedecek. Bu iş nasıl olacak. Sahiden zor. Yaralar olanca çıplaklığıyla o kadar canlı ki! Sahi bu yarayı hangi merhem tedavi eder ki! (ŞD/ÇT)