İşsizlik çığ gibi büyüyor, ekmek aslanın ağzında, aslan kapanın elinde kalmış. Eğitime yapılan harcamalarda dünyanın en kötü ülkeleri arasındaki yerimizi alıyoruz. Okur yazar oranları sürekli düşüyor, kitaplar okunmuyor, kütüphanelerdeki kitap sayısı komik, yeni kitap almak zül geliyor. Sağlık hizmetleri tam bir çöküş içinde, güçlüysen hayattasın.
İnsan hakları durumumuz vahim; hayata dönüş operasyonundan Küçükarmutlu operasyonuna, olağanüstü olaylar insanisizleştirilerek kayan yıldız izler gibi izleniyor. Bilim üretme fakiriyiz, üretmeye de niyetimiz pek yok gibi, beyin göçü dalgaları "bu ülkeden kaçacaksın başka yolu yok!" diyerek çarpıyorlar. Milletin yarısı Batı dünyasına kapağı atmış kardeşlerine "Pascal bizi de diskoya götür!" diye bağırıp duruyor. Endüstrinin durumu içler acısı, yolsuzluklar, rüşvet, insan hakları, demokrasi, bürokrasi, belediyeler, ihaleler, kadın hakları, yiyecek dağıtılan her noktada izdiham, borçlar, tarım, bankacılık,... falan feşmekan.
Siyahlara "yamyam" der misiniz, oh olsun!
Bütün bunları saymak dökmek bile canımı sıkıyor, sanki boş konuşuyormuşum gibi bir his uyanıyor içimde. Kiminle konuşuyorum? Galiba okuyucu bu satırları atlayalı çok oldu. Kimse ilgilenmek istemiyor çünkü kimsede birşeyler yapılabilirmiş gibi bir umut yok. Bu konuyu fazla düşünerek demoralize olmak ve gündelik ekmeğimizi almak için gerekli enerjiyi yitirmek istemiyoruz.
Yok şu çökmüş, yok burada rezaletmiş durum. Etrafından dolanıyoruz artık bunların. Hele bazı adını doğru dürüst bilmediğimiz ve çok zavallı ülkeler olduklarına dair imgeleri içimizde çarpık bir gülümsemeyle taşıdığımız Afrika ülkelerinden bile geride kaldığımız alanları gösteren tabloların, listelerin ne kadar tipik hale geldiklerinin farkında mısınız?
Sanki her gün başka bir Afrika ülkesi çıplak ayaklarıyla yanımızdan geçip gidiyor ve tur bindiriyor. Oh olsun! Sömürgecilerin dilini ve tahayyülünü kullanıp siyahlara "yamyam" der misin!
"Ayaktayız" metaforu
Ama gözardı edilemeyecek başka bir gerçek de kendini dayatıyor: Ülke en kötü günlerini bile yaşasa sürekli bir "ayaktayız" metaforu var.
"Ayaktayız, sapasağlamız. Bir şey olmadı!"
Tam bir Büyük Konsensus sisi coğrafyamıza çökmüş durumda. İki adım önümüzü göremiyoruz. Bütün temel meselelerde BÜYÜK KONSENSUS'la vardığımız tek bir fikrimiz var. En övündüğümüz şey bu.
Her yanımızdan kokular yükseliyor ama bir "gücümüz yerinde maaşallah" söylemi iktidarını koruyor. "Bize bir şey olmaz! Birlik ve beraberlik içindeyiz! Türk mucizesi! Dünya bilimadamları en berbat durumlarda bile Türklerin nasıl olup da yıkılmadıklarını araştırıyorlar!"
Eserlerini Fransızca yazan Lübnanlı yazar Venüs Khoury-Ghata'nın Gözyaşlarının Kıyısındaki Ev adlı ilginç bir romanı var Türkçede. Lübnan'dan gündelik hayat portreleri veriyor. Aynı zamanda bir şair de olan yazarın kaleminden bir aile ve bir mahallenin hikayesi çerçevesinde çeşitli imgelerle anlatılmış çatışma ve karşılaşma durumlarını görüyoruz.
Latife Hanımın Kocasının Penisi
Mahallenin muhafazakar müslüman hanımı Latife Hanım'ın kocası Abou Hamidou bize de tanıdık gelebilecek bir kahraman. Abou Hamidou hayatta tek bir şeyle ilgileniyor:Penisiyle.
Penisi onun herşeyi. Zamanını penisi ile uğraşarak geçiriyor. Onu yıkıyor, pudralıyor, sık sık havalandırıyor, ama vücudunun başka yerleri ile hiç ilgilenmiyor, pislikten iğrenç kokuyor...
Abou Hamidou kompleksimiz bize fazla bir şans tanımıyor: Geleceğe dair bütün vizyonları terk etmeye, günü kurtarmaya endekslenmiş erektil bir perspektife mahkumuz.
Herhangi bir alanda uzun vadeli bir toparlanma planı yapmaktansa genel konsensusumuzu büyütmeye çalışmaya ve sonunda sürekli pudralayıp havalandırdığımız büyüklüğümüzü gururla düşünerek kendi kendimizi paralize etmeye alıştık.
Sahi ne anlatacaktım?
Bu durumu önce kabulleniyor, sonra kanıksıyor sonra önemsiz addediyor sonra da unutuyor ve yok saymaya başlıyoruz. Ben de neden bahsettiğimi unutmaya başladım aslında, sanırım bir sorun olmadığını herşeyin iyiye gittiğini ve bu krizi de atlatacağımızı söyleyecektim ...Hepsi bu... (NU)
.