11 Eylül, hayatı dünyanın pek çok yerinde ve tabii farklı şekillerde etkiledi. Taşın düştüğü yer ikiz kulelerse, dalgalarının en güçlü etkileri Batı dünyasında görüldü. Muhtemelen Batılı edebiyatçılar, Arap'a, yabancıya, 'müslüman'a, ötekine yönelmiş bir öfkenin kendi toplumlarındaki izlerini sürme eğiliminde olabilirler. Ama daha çarpıcısı, bence; 11 Eylül'ün tüm Batı dünyasına saldığı ve beklenmedik insanlara kadar uzanan bir tür Korku idi. Korku gibi temel insani duygulardan birinin aldığı bu form kuşkusuz edebiyatçıları ilgilendirir -hele bir de kendileri de bizzat bu Korku'yu hissettilerse.
Felaketin seyircisi olmaya alışmış ruhlarda felaketin hedefi olma ihtimalinin kargaşa yarattığı söylenebilir -eğer bu yorum 'onların' felaketi hak ettikleri imasına kadar uzanmayacaksa. Bu Korku, Batı dünyasında yer yer irrasyonel boyutlar aldı ve sınır tanımadı. Batı bu şekilde irrasyonel hislerle çalkalanır ve İslam hakkında kitaplara gömülerek ve yakın tarihi yeniden masaya yatırarak rasyonel terimler ararken bazı olmadık işler de yaptı. (Çok uzun bir mecra olan 11 Eylül'ün siyasi sonuçları meselesini geçiyorum.)
Bu olmadık işlerin arasında edebiyat dünyasını doğrudan ilgilendiren bir karar da yer aldı: Nobel Edebiyat Ödülü'nün Naipaul'a verilmesi. 'Üçüncü dünya' insanını ve kültürlerini çoğu kez ırkçı, kaba yaklaşımlarla aşağılamasıyla ünlü Naipaul'un -bu arada, siyasi görüşlerinin kitaplarının edebi değerini bağlamadığını, bir kez de biz not edelim- ödülü geçici bir panik duygusuna borçlu olduğunu düşünüyorum. Ödülden hemen sonra oluşan -benim Türkiye'de gözlemlediğim- Nobel edebiyat ödüllerini toptan suçlama ve mahkum etme eğiliminin Nobel edebiyat ödülleri tarihindeki pek çok ödülü açıklamakta zorluk çekeceğini sanıyorum. Muhtemelen önümüzdeki yıllar telafi ödüllerine de tanıklık edecek.
Orhan Pamuk, işin Türkiye ayağında netliğini arttırdı ve bizim edebiyat ortamımızda çıkan ilişkili tartışmaların ivmelendirici bir öğesi oldu. Hem 11 Eylül'den hemen önce ABD'de listelere girmiş olması, büyük ilgi görmesi ve bunu çok önemsediğini beyan etmiş olmasıyla, hem 11 Eylül'ün hemen ardından verdiği röportajlarda Amerikan anaakım duygularını destekler gözükmesiyle, hem de henüz Naipaul'la ilgili enformasyon Türkiye'de fazla itibar görmeye başlamadan edebi yönleri kadar siyasi yönlerini de öne çıkaran coşkulu bir Naipaul övgüsü kaleme almasıyla...
Bu tutumların da çektiği tepkiyle, (Bazı çevrelerde Pamuk'u eleştirmenin sağladığı "millici", "yerlici" kariyerin analizini bir yana bırakalım) özellikle ilk birkaç ay, çeşitli medyalarda konuyla ilgili çok sayıda tartışma metni yayımlandı. Edebiyatçıların bizzat dahil olduğu bu tartışmaların detaylarına girmek imkansız, ama bizim için canlı bir tartışma zemini işlevi gördüğünü söylemek mümkün.
Benim dikkat çekmek istediğim nokta şu: maalesef bu tartışmanın çeşitli aşamalarında gene bir takım ikiliklere zorlandık: ya birçok yolu liberalizme çıkan ve Batı hegemonyalarıyla flört eden bir Avrupamerkezcilik ya da ister anti-emperyalizm, üçüncü dünyacılık gibi sol tandanslı zeminlerden gelip ulus-devletin ve onun ulusal çıkarlarının savunusu yapmakla sonuçlansın ister daha geleneksel değerlere dayansın, çeşitli tipleri arasında seçim yapmaya zorlandığımız ağır bir milliyetçilik kokusu. AB'ciler vatanperverler, küreselleşmeciler ulus-devletçiler ikilikleri gibi yorucu ve sınırlayıcı bir zorlamaydı bu da. Halbuki ulus-devlet küreselleşmenin prototipidir ve küreselleşmenin dünya halklarına ve kültürlerine vermesi beklenen zararları o çoktan vermiştir diyebiliriz. Ulus-devletin imza attığı homojenleştirmenin, kültürleri eritmenin rakibi var mı? Kendi bölgemize bakmak yeter.