Bu olayların analizi Türk milliyetçiliğinin doğasından, Demokrat Parti (DP) dönemi yoksulluğunun ve toplumsal huzursuzluğunun vardığı boyutlara, dış politikadan kitlelerin iktidarlar tarafından manipüle edilmesine kadar birçok önemli konuda yakın tarihimiz hakkında önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca 6-7 Eylül'ün analizi bugün için dahi önemli dersler ihtiva etmektedir.
1950'leri ortalarında Kıbrıs
Söz konusu olayları tetikleyen gelişmeler her şeyden evvel dış politika kaynaklıydı. 1950'lerin ortalarına doğru "Kıbrıs" Türkiye için giderek yakıcı bir mesele olmaya başladı, 1955 yazında ise ülke gündemine oldukça ağırlıklı bir şekilde oturdu.
Bunun nedenlerinden birisi İngiltere'nin adanın geleceğini tartışmak üzere Haziran ayında Londra'da düzenlenecek ve Türkiye ile Yunanistan'ın da katılacağı bir toplantı yapmak istemesiydi.
İngiltere Kıbrıs'ta karşılaştığı güçlükler yüzünden Türkiye ve Yunanistan'ı adanın yönetimine ortak etmeyi planlıyordu. Oysa Türkiye'nin bu konuda açık seçik bir politikası olduğu söylenemezdi.
Bu yüzden en azından Türk kamuoyunun bu konuda hassas olduğu tüm dünyaya gösterilmeli, Kıbrıs'ın geleceği için yapılan görüşmelerde "halkın" bu konudaki hassasiyeti İngiltere ve Yunanistan'a karşı toplantı masasında bir koz olarak kullanılabilmeliydi.
Atatürk'ün evi
Tam da bu noktada Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığı haberi gökten zembille düşmüş bir fırsat olarak belirdi. Haber öğle saatlerinde radyodan duyurulmuş, akabinde DP'ye yakınlığıyla bilinen İstanbul Express adlı akşam gazetesi olayları sansasyonel bir şekilde yayımlamıştı.
Normal şartlar altında yirmi bin baskı yapan bu gazete her nedense o gün iki yüz doksan bin adet basılmıştı. Kıbrıs Türktür Cemiyeti başkanının da kışkırtıcı açıklamalarının yayımladığı gazete tüm İstanbul'da dağıtılmış, aynı cemiyetin örgütlediği büyük gruplar Taksim meydanına doğru yürüyüşe geçmişlerdi.
Önce çeşitli Rum gazetelerinin yakılmasıyla başlayan olaylar Beyoğlu civarındaki gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerinin tahribine dönüşmüş, giderek bütün kenti sarmıştı. Varoşlardan ve köylerden otobüsler ve kamyonlarla insanlar İstanbul'a getiriliyorlar, bu güruhlar kenti yakıyor, yıkıyor, yağmalıyor ve talan ediyorlardı.
Kazma, kürek ve demirlerle
Hedeflerine yöneliş biçimleri olsun, ellerindeki tek tip ve yeni kazma, kürek, demir, sopa gibi malzemelerin hazırlanışı ve dağıtılışı olsun ortada apaçık bir tertip, bir provokasyon olduğu anlaşılıyordu.
Daha çok Rum vatandaşlara ait ev, işyeri, kilise, mezarlık gibi yerler yakılmış ve tahrip edilmişse de olaylar Ermeni ve Yahudilere karşı da tezahür etmiş, dahası çeşitli gruplar dükkanları, fabrikaları, evleri ve bu gibi yerleri talan etmeye başlamışlardı.
İşin ilginci bazı Türk işyerleri de olan bitenden nasibini almıştı. Dört binin üzerinde dükkan, 73 kilise, 110 otel, 27 eczane, 20 fabrika, 2600 civarında ev, 52 Rum ve 8 Ermeni okulu olaylarda yakılmış, yıkılmış, tahrip ve talan edilmişti.
Beyoğlu savaş alanı
Özellikle İstanbul'un Beyoğlu semti tam bir savaş alanına dönmüş, ortalığa dökülen çeşitli eşyalar sokakları kaplamıştı. İzmir'de de daha küçük çaplı olaylar cereyan etmiş, Yunanistan Konsolosluğu ve fuardaki Yunan pavyonu ateşe verilmişti. Dahası en az 3 ölü, 30 yaralı vardı ve Rum kadınlara tecavüz edildiği haberleri ortalarda dolaşıyordu.
İşin ilginç yanı güvenlik kuvvetleri olaylara neredeyse müdahale etmemiş, ordu ancak gece yarısı civarında olayların üzerine gitmeye başlamış, İstanbul ve İzmir'de sıkıyönetim ilan edilmişti. Daha sonraları hükümet olayları önceden haber aldıklarını, ancak bu boyutta "beklemediklerini" açıklamıştı.
Tahir, Nesin, Dinamo gözaltında
Türkiye tarihinin bu yüz kızartıcı eylemleri sonrasında hükümet bu işi komünistlerin yaptığını belirtmiş, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Hasan İzzetin Dinamo, Asım Bezirci gibi sosyalist görüşleriyle tanınan 45 kişi gözaltına alınmış, suçsuz yere beş, altı ay hapis yatmışlardır.
O günlerde Türkiye'de bulunan bir Amerikalı gözlemci "eğer komünistlerin böyle bir gücü varsa neden devrim yapmıyorlar?" gibisinden ironik bir yorumda bulunmuştu. Oysa, hiçbir zaman tam olarak ispatlanamasa da, hükümetin bir şekilde bu olayların arkasında olduğu çok yaygın bir kanıydı.
Nitekim Yassıada mahkemelerinde olaylar yeniden gündeme gelmiş, olayların hükümetin bilgisi dahilinde cereyan ettiği vurgulanmıştır. Acı olan, Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalanmasının da bir Türk öğrenci tarafından tezgahlandığıdır ki, bunu yapan kişi daha sonra Milli İstihbarat Teşkilatı'nda (MİT) görev alacak, valilik dahi yapacak bir zat olacaktır.
Türk gladiosu
Olaylarla ilgisi olan emekli bir general yakın zamanlarda "6/7 Eylül de bir Özel Harp işidir, ve muhteşem bir örgütlenme idi... amacına da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?" gibilerinden bir yorumla olayların Türk gladiosu tarafından tezgahlandığını belirtecektir.
Kısaca yukarıda özetlenen olayların daha geniş bir perspektiften nereye oturduğuna bakarsak neler söylenebilir? Birincisi hükümetin en azından teşvik ettiği söylenebilecek bu olaylar bir dış politika hadisesi olarak başlamış, ancak giderek bir iç politika sorununa dönüşmüştür.
Amaçlanan Kıbrıs görüşmeleri için bir manevra yapmakken, ve olayların makul sınırlar içinde kalacağı düşünülürken, sonuçta bir skandal ortaya çıkmıştır. Başbakan Adnan Menderes kabineyi değiştirmek zorunda kalmış, hükümet hem yurt dışından hem yurt içinden sert eleştirilere maruz kalmıştır.
Dış politikayla rahatlık
İkincisi Menderes muhtemelen ülke içindeki sorunlardan dikkatleri dış politikaya çekerek bir rahatlama sağlayabileceğini düşünmüş olsa gerektir. Bunun nedeni özellikle 1955 yılından itibaren giderek kötüleşen iktisadi durumdur.
Siyasal hareketlerin klasik taktiklerinden olan dikkatleri başka yönlere sevk etme gayreti kendi tersine dönüşmüş, olaylar aslında ülke içinde beliren yoksulluğun bir aynası haline gelmiştir.
Bir başka deyişle öncelikle Rum vatandaşlara karşı başlayan bir şovenist tepki zamanla kontrolden çıkarak servet düşmanlığına da dönüşmüş, toplumsal bir boyut kazanmıştır. Dolayısıyla 6-7 Eylül'de yoksulların zenginlere karşı kinini de görmek mümkündür. Üstelik Menderes her gün basında boy gösterip ülkede daha önce görülmemiş bir ekonomik refah yaşandığından dem vurduğu bir dönemde.
Anti-komünist söylemin boyutları
6-7 Eylül olayları 1950'lerde hızla gelişen anti-komünist söylemin boyutlarını göstermesi açısından da ilginçtir. Hükümetin olayların sorumlusu olarak komünistleri hedef alması ülkede bugün dahi hakim olan her türlü olumsuz olguyu iç ve dış düşmanlara fatura etme anlayışının açık ama trajikomik bir dışavurumudur.
Sonuncusu ama belki de en önemlisi Türkiye'de milliyetçiliğin doğasının anlaşılması açısından 6-7 Eylül'ün bize anlattıklarıdır. Türk milliyetçiliği bugüne kadar genellikle bir takım milliyetçi entelektüellerin ya da devlet adamlarının söylemlerine bakarak anlaşılmaya çalışıldı.
Örneğin Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Munis Tekinalp, Recep Peker gibi kişilerin yazıp çizdikleriyle biraz fazlaca ilgilenildi. Son yirmi yıldır ise dünyada gelişen teorik literatüre atıfta bulunarak milliyetçi yapıtlar irdelendi, yeniden yorumlandı. Dünyanın başka yerleri için geliştirilen modeller tarihsel gerçekliğimiz pek de o kadar dikkate alınmadan bize uyarlanmaya çalışıldı.
"Ötekiler"
Örneğin post-kolonyal teoriler kullanılarak Türk milliyetçiliğinin kurucu metinleri yeniden kurgulanmaya çalışıldı sanki Osmanlı Devleti bir sömürgeymişçesine. Birinci Dünya Savaşı'na taraflardan biri olarak giren ülkeden neredeyse "mazlum ulus" edebiyatı çıkartılmaya çalışıldı.
Bu çabalar her ne kadar renkli ve verimli gözükse de aslında dogmatik bir söylemin ötesine pek de gidemedi. Çünkü gözden kaçan, üzerinde pek de durulmayan, Türk milliyetçiliğinin en önemli öğesi, yani onun "ötekileri" idi. Bu konu siyasetin sağ ya da sol yelpazesinden olsun aydınların fazlaca gündeme getirmedikleri bir konuydu, oysa Türk milliyetçiliğinin irdelenmesinde onun "ötekilerini" incelemek, onlara yönelik politikalara bakmak aslında bize çok daha önemli açılımlar getirebilir.
Nitekim son yıllarda yavaş yavaş bu konuda dikkate değer yapıtlara rastlanmaktadır. İşte 6-7 Eylül olaylarını Türk milliyetçiliğinin "ötekilerine" karşı bir pratik olarak algıladığımızda Türkiye gerçeğini anlamakta önümüze çok daha aydınlatıcı yaklaşımlar çıkabilecektir, özellikle de yaşanan olayları tarihsel süreç içine oturttuğumuzda.
Türkleştirme
Çünkü 1955'de yaşananlar kuşkusuz münferit olaylar değildi. Aslında 1920'li yıllardan 1960'lar ortalarına kadar olan süreçte gayrimüslimlere ilişkin pratiklere baktığımızda "Türkleştirmenin" gerçek serüvenini daha iyi anlamak mümkün.
Dolayısıyla 1955'de yaşananları "Milli İktisat" yaratma politikalarıyla, 1915 "tehciri"yle, "mübadele"yle, "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyalarıyla, 1934 Trakya Olaylarıyla, savaş yıllarındaki "Varlık Vergisi" faciasıyla ele aldığımızda karşımıza çok daha tutarlı, çok daha tarihsel bir süreç çıkacaktır. O da Cumhuriyet Türkiyesi'nin en önemli hedeflerinden birisi olan Türkleştirmenin sürekliliğidir.
Daha renksiz, daha tekdüze
6-7 Eylül olayları sonrası Türkiye'den çok sayıda gayrimüslim başka ülkelere göç ettiler. İstanbul ve İzmir'in biraz da zenginliğini, çeşitliliğini simgeleyen önemlice bir nüfus ortadan yok oldu böylece. Kalanlarsa pek de güvenmedikleri bir rejim altında yaşadıkları hissini hep hissettiler. Bu olaylar aynı zamanda geçmiş uygulamalarda olduğu gibi gayrimüslimlerden Müslüman/Türk kesime bir servet aktarımına yaradı hiç kuşkusuz.
Bu anlamda 1955'de yaşananlar Jön Türk döneminden beri süregelen "Milli İktisat" politikalarının bir devamı olarak algılanabilir. Sonuçta yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan insanlar yaşadıkları ortamı, toprağı ve kendi tarihlerini terk edip gitme durumunda kaldılar.
On binlerce insanın evlerine, işyerlerine, özel hayatlarına, dini kurumlarına, hatta mezarlıklarına, kısaca en temel insan haklarına karşı büyük bir tecavüzdü yaşananlar. Nihayetinde Türkiye toplumu biraz daha renksiz, tekdüze bir toplum haline geldi. Türkiye'nin tüm dünyada itibarını düşüren bu olaylar, ne yazık ki, Türk milliyetçileri tarafından bir kazanım, bir zafer olarak algılandı, algılanabildi. (AK/NM)