28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarına dair çok konuşuldu, çok yazıldı, daha çok konuşulacak, daha çok yazılacak. Öyle ki, bu seçimle beş yıllık otoriter başkanlık sistemine son vermenin kapısı aralanacaktı ya da Erdoğan iktidarına 'devam' denilecekti. Bir diğer deyişle bu seçim Erdoğan ve Kılıçdaroğlu ismi üzerinden bir referandum özelliği taşıyordu.
Seçmen çok az bir farkla Erdoğan'ı seçti; yüzde 52'ye yüzde 48. Tarafların mücadelesinin çetinliği, iktidar cephesinin onca devlet imkânıyla teçhiz edilmesi, iktidara karşı farklı muhalif kesimlerin bir araya gelişindeki dinamizm ve aradaki farkın azlığı nedeniyle buna iktidar açısından Pirus zaferi de denilebilir. Öyledir veya değildir, sonuçta kazanan, parti devleti oldu.
Yaşanan gerilime bir de seçimleri kaybetmenin üzüntüsü eklenince, insanın ilk elde kızıp birtakım gerekçeler üretmesi, suçlu araması, aşırı tepkiselliği, deşarj olma ihtiyacı bir ölçüde anlaşılır. Sosyal medyada, ikili veya çoklu konuşmalarda bu nedenle yüksek voltajlı elektriklenme devam ediyor.
İlk elde üzüntü, kızgınlık ve tepkilerin ölçüyü kaçırmamak kaydıyla anlaşılır bir tarafı var. Ancak bunu sürekli kılmak, yaşamın merkezine oturtmak, bugüne takılıp kalmak salt duyguların esiri olmaktır. Bu bizi sağlıklı düşünmekten, rasyonaliteden alıkoyar.
Her bir insanın konuya dair şu veya bu şekilde görüşleri var, böylesi de doğal. Ancak bu görüşlerin körün fili tarif etmesinin ötesine taşınması, gören gözlerle filin bütünün tarifine ulaşılabilmesi için sağduyuya, biraz zamana ve bilimsel yöntemlerle yapılacak saha çalışmalarına ihtiyaç var.
Resmin bütününe odaklanmalıyız
Öncelikle bu seçim iktidar ile muhalefet arasında değil, parti devletiyle muhalefet arasında geçen bir seçimdir. Dolayısıyla bu seçim, taraflar arasında eşit koşullarda geçmedi. Devleti bütün kurumlarıyla eline geçirmiş iktidarın keyfiliğinde bir eşitlikten söz etmek mümkün değil.
28 Mayıs seçiminde Kılıçdaroğlu'nun kaybetmesi üzerine yüzlerce neden ileri sürülüyor. Bu nedenlerin çok büyük bir kısmında şu veya bu ölçüde bir doğruluk payı var. Siyasi hayatın çok yönlü örüntüsü nedeniyle bu nedenleri kategorize ederek seçim yenilgisini bir veya birkaç başlığa bağlamak bizi bir yandan indirgemeciliğe düşürür, bir yandan da siyasi düşünce alanını daraltır.
Yenilgi için örneğin "Kılıçdaroğlu yanlış adaydı" denilmesi, Akşener'in sandığı terk etmesinin seçmende bir kayba yol açması, Kılıçdaroğlu'nun Ümit Özdağ ile görüşmesinin Kürtlerde yarattığı kaygı, toplumdaki lider kültü algısı, muhalefetin kendini anlatamaması ve güven verememesi, yüzde 90'ına iktidarın egemen olduğu medyanın kitlelerde yarattığı algının muhalefet tarafından kırılamaması, altılı masa değil de ikili masa olsaydı daha iyi olacağı gibi daha birçok iddia sayılabilir.
Veya seçmen sayısı ve seçmen kütüklerinde olası şişirmeler, vatandaşlık verilerek oy kullanan yabancıların, yani ithal seçmen sayısının etki düzeyi, bir kısım yerlerde sandıkların korunamaması, oy sayım cetvellerinin yanlış girilmesi, seçim sürecinde yapılan manipülasyonlar gibi seçim sürecini muhalefet aleyhine etkileyen daha birçok neden sayılabilir.
Bunların her birinde doğruluk payları olabilir ama ileri sürülen bu türden görüşler seçimi bize yeterince açıklayamazlar. İleri sürülen bu nedenlerin her biri, objektif olduğu ölçüde konuya dair parça düzeyinde açıklamalardan ibaret olur. Bütüne, resmin tamamına ihtiyaç var. Konu daha kapsamlı ve derin incelemeyi gerektiriyor.
Ekonomi mi, kimlik mi?
İktidarın bunca yıllık yıpranmışlığına, paramızın pul olmasına, Merkez Bankası'ndaki büyük döviz açığına, pahalılığın alabildiğine artmasına, depremin yıkıcı etkilerinin ve acılarının tazeliğine; kısacası ekonomik çöküşe rağmen, buna bizatihi sebep olan Erdoğan iktidarının kazanması nasıl açıklanabilir?
DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi'nin (BİSAM) yaptığı araştırmaya göre, Nisan 2023 döneminde açlık sınırı 9 bin 814 TL, yoksulluk sınırı ise 33 bin 948 TL oldu.
Burada açlık sınırı olan 9 bin 814 TL'nin yalnızca gıda harcamasını kapsadığını belirtelim.
Dört kişilik kaç ailenin hanesine aylık 35 bin TL giriyor? Girse bile bu aile, yoksul bir aile sınıfındadır.
Amerikan John Hopkins Üniversitesi'nden ekonomist Steve H. Hanke tarafından hazırlanan 2022 Dünya Sefalet Endeksi'ne göre, Türkiye 157 ülke arasında 10. sırada yer alıyor. Sri Lanka, Haiti, Angola bile bizden iyi durumda.
Kaldı ki toplum, bu istatistiklerin pratiğini yaşamakta. Yine de toplumu bir bozkıra çeviren Erdoğan iktidarı, küçük bir farkla da olsa tekrar kazandı.
Solun büyük bir kesimi bunu o bildik sınıf mücadelesi bakış açısıyla açıklamaya çalışıyor, ama açıklayamıyor. Mesele sanki işçi sınıfı ve onun örgütlenmesiyle aşılabilirmiş gibi, 20. yüzyılın koşullarında şekillenmiş tezlerle izah etmeye çalışıyor. Uzun süreden beri Türkiye ve hatta dünyada olagelenleri salt sınıfsal bakış açılarıyla açıklamak mümkün değil. Elbette toplumsal hayatta sınıflar olgusunun bir önemi var ama artık bu olgusal durumdan hareketle yapılacak bir toplum tahlilinin ayaklarının yere basması mümkün değil.
Burada öteden beri resmi ve gayriresmî yollarla tetiklenen Türklük, milliyetçilik, İslamcılık, muhafazakârlık, cinsiyetçilik gibi kimlikçi politikalar, toplumda ekonomik krize rağmen seçmen tercihinde belirleyici bir öneme sahip oldu. Bu zihin dünyası Kürtlere, kadın haklarına, cinsel tercihlere, azınlıklara, solculara, demokratlara, çoğulculuğa düşmanlıkla şekillendi. Öyle ki seçimler gelip Kürt düşmanlığı üzerine kilitlendi. Bu düşmanlık sadece iktidar cephesiyle sınırlı olmayıp bunun içine muhalefetin büyük bir kısmı da dahildir.
Dünyadaki politik gelişmeler de bu kimlikçi politikaları destekleme doğrultusunda ilerliyor. Erdoğan iktidarı için bu konjonktürün sağladığı dolaylı faydayı da unutmamak gerek.
Yurtdışı seçmenlerin büyük bir kısmı bulundukları ülkede demokrat sayılan partilere oy verirken, Türkiye için muktedir otoriter Erdoğan'a oy veriyor. Bu tavrın sınıfsallıkla ne ilgisi var? Bu ikili tavrın yurtdışı kısmı faydacı, oportünist, yurtiçi tavrı ise kimlikçilik bataklığına saplanmış durumda.
Elbette ekonomi büyük bir etkiye sahip ama buna rağmen, seçmenin tercihinde belirleyici olan ekonomi değil, kimlik politikaları oldu. Üzerinde uzun boylu durulması gereken bir konu.
Bir görev doğdu
28 Mayıs seçimi öylesine özgün, öylesine çelişkiler barındıran ve öylesine karmaşık toplumsal ilişkiler ağına sahip ki bu seçim üniversitelerin sosyoloji ve siyaset bilimi kürsülerine ve siyasi partilere bir görev verdi.
Daha doğrusu üniversiteler ve kimi partiler böylesine özgün bir toplumsal siyasayı incelemekle sorumlular. Tabii böyle üniversiteler ve partiler varsa!
Toplum bilimleri için Türkiye'nin bu durumu bulunmaz bir araştırma, inceleme sahasına sahip. Bu araştırma, incelemenin önemli bir ayağını da CHP'nin uzun yıllardır neden (artı-eksi iki puan) aynı oy oranına sahip olduğu konusu oluşturmalıdır. Ülke, sosyoloji ve siyaset bilimi kitaplarına girecek ve örnekleme modeli olarak kullanılacak bir malzeme bolluğuna ve özgünlüğüne sahip. Buradan birkaç doktora tezi, birkaç kitap çıkar.
Benim kederim
Bir dostum, "Benim kederim seçim sonucundan ziyade Demirtaş, Kavala (Gezi tutukluları vb.) gibi iyi insanların hapislerde çürümeye devam ediyor olmalarıdır" diye yazmış. Dostumla aynı duyguları taşımışız; seçim sonuçlarını izlerken bir yandan da bu iyi insanları düşündüm.
(HŞ/VC)