Haziran direnişinden bu yana Türkiye’de siyaset, muhalif demokrat politik öznelerin konumlanışı ve iktidar tarafında konsolide edilen kitleler arasında bir nüfuz mücadelesi olarak gelişti.
Bu çerçevede sokaklar ve alternatif politik mecralar üzerinden sesini duyurmak isteyen özgürlükçü sesler iktidarın yasakçı ve saldırgan tavrı karşısında mücadeleden vazgeçemeyerek ilkeli ve kararlı bir tutum sergiledi. Ancak siyasetin bu yeniden örgütlenişinin kendini ifade edeceği politik bir merkez ya da omuz verebileceği ölçüde samimi bulduğu bir siyasal aktör yoktu.
Evet sokakta ve meydanlarda inşa edilen siyasetin bir parti ya da örgüte indirgenmesi beklenemezdi ancak eşitlikçi, demokrat ve özgürlükçü bir siyasal oluşum herhangi bir politik telkine gerek duyulmaksızın spontan biçimde kitleyi kavrayabilirdi.
Böylesine bir aktörün ortaya çıkması için beklentiler olsa da 2015’e giden süreçte kapsayıcı bir alternatif henüz ortada yok. Cumhuriyet Halk Partililerin (CHP) bir kısmı direnişlere aktif destek verdi ancak CHP’nin ideolojik hattı ve mirası ile demokratik siyaset için kapasitesinin yetersizliği onu bir alternatif olmaktan uzaklaştırdı.
Kürt siyaseti de (her ne kadar Sırrı Süreyya Önder’in Gezi’deki performansı spektaküler olsa da ve son süreçte AKP eleştirilerini arttırsalar da) demokratik muhalefetin tümüyle kucaklaşamadı.
Bunun doğrudan Kürt siyasetinin kendi iç dinamikleri ve barış süreci ile ilgisi olduğu kadar demokratik muhalefetin diğer kanatlarının pozisyonu ile de alakası olduğu aşikâr. Neticede var olan siyasal aktörlere direnişin oy olarak katkısı kayda değer olmadı.
Kürt siyaseti Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile Kürdistan’da güçlenerek yoluna devam ediyor. Ancak Halkların Demokratik Partisi (HDP) Batı illerinde aynı başarıyı gösteremedi.
Bunun HDP’nin Batı seçmeninin algı dünyasında Kürt partisine indirgenmiş olmasının etkisi şüphesiz büyük. Bahsettiğim tablonun oluşumunda yalnızca ''Beyaz Türk'' zihniyetinin değil HDP’nin siyasetinin de payı var elbette.
Kürtler, eşçinseler, ekolojistler, feministler dışında yoksul ve yoksunluğa mahkum edilmiş kesimlerin kucaklanmadığı ve onların kurucu öğe olarak hissetmesinin sağlanamadığı bir siyasetin alternatif olması mümkün değil.
Hem Haziran direnişlerinde hem de yolsuzlukların ortaya dökülmesi neticesinde sokağa çıkan bizlerin adres bulamaması ya da kerhen oy vermesi dışında, iktidara oy veren seçmenin protesto eylemi gerçekleştirenleri değerlendirme biçimi de 2014 yerel seçim sonuçlarına damgasını vurdu.
Olup biteni haklı bir isyan hareketi ya da demokratik bir başkaldırı olarak değil de doğrudan “huzura” ve “istikrara” saldırı gibi algılayan geniş bir kitle olduğu yadsınamaz.
Burada bizlerin en önemli handikabı kendimizi çoğunluğa anlatacak bir dil ve siyaset biçimi bulamamamız. Geliştirilen yaratıcı muhalefet dili ve sarkastik üslup daha çok direniş özneleri için kolektif bir anlaşma ve birlik ruhu yarattı; iktidar bloğu çevresinde ise kendilerine dair bir “aşağılama” ve “küçümseme” stratejisi olarak algılandı.
Erdoğan Üzerinden Siyaset
Son dönemde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) çoğunlukçu ve otoriter bir perspektiften “milli irade”yi Başbakan’ın şahsiyetinde cisimleştirme stratejisini izledi.
Recep Tayyip Erdoğan etrafında örülen iktidar sembolizmi, AKP’ye karşı eleştirilerin yükseldiği bir dönemde siyasal iktidarın kalkanı haline dönüştürüldü.
Erdoğan’ın ülkenin genel gündeminden mikro siyasetin ajandasına kadar her alana müdahale eden tavrı ve sorunları kişiselleştirme eğilimi, iktidar partisi kadar muhalefet bloğunun da siyaseti Erdoğan üzerine bina etmesine neden oldu.
Recep Tayyip Erdoğan’sız bir AKP’nin şimdi sahip olduğu gücü koruyamayacağını bilen Türkiye’deki siyasal aktörler, agresif ve tahammülsüz siyaseti kendine düstur edinmiş Başbakana yüklenmeyi muhalefet etmenin ilk sırasına koydu.
Bu stratejinin çok temelde hem müesses muhalefeti hem de özgürlükçü ve demokrat çevreleri sınırlayan bir politik hat olduğu yadsınamaz.
İki nedenle, bunlardan ilki Erdoğan’ın liderliği üzerinden sürdürülen tartışmada esas kriter şahısta tecessüm eden güce odaklandığından reel siyasette bunu dillendiren aktörlerin de benzer bir etkileyiciliğe sahip olması beklenir.
Türkiye’nin siyasal kültürünün köşe taşları düşünüldüğünde liderlik karizması denen şeyin ancak benzer başka bir güç ile sarsılabileceğini görüyoruz.
1970’lerin hemen başında Demirel’i sarsanın örneğin İnönü değil de Karaoğlan lakabı ile Ecevit olması rastlantı değildir. Eğer eleştiriyi yapısal unsurları ve sosyo-psikolojik etkenleri düşünmeden salt lider üzerine tesis ediyor ve “lider karizmasından yoksun” aktörlerle meydan okuyorsanız sonuç alamazsınız.
İkinci neden de muktedirin halen güç sahibi iken mağdur edilmeye çalışıldığına dair oluşan algının komplo teorilerini popülist bir söylemle birleştiren öznelerin kuvvetlenmesine yaradığı gerçeğidir.
Gücün Dağılımı
İktidarın gücünü sarsmak için muhalif siyasal aktörlerin Türkiye genelinde örgütlenmiş ve seçmene söz söyleyebilir konuma gelmiş olması gerekir.
Türkiye’de merkez sağ ve sol siyaset uzun dönem ülke genelinde hemen hemen her seçim bölgesinde birbirleri ile kıyasıya mücadele edebilecek bir düzlemde politika yapıyordu.
90’larda merkez sağ ardından da Demokratik Sol Parti'nin (DSP) çözülüşü ile bildiğimiz merkez sol çöküşe geçti. AKP böylesi bir dönemde merkez sağın boşluğuna oturdu ancak hiçbir zaman bildiğimiz anlamıyla tam merkez sağ aktör refleksleri vermedi, veremiyor.
Bunun sebepleri üzerine konuşmak başka bir tartışmanın konusu. Ancak bir noktayı tespit etmek gerek. AKP halen Türkiye’nin Marmara, Ege ve Akdeniz kıyılarında belli başlı iller dışında (ki CHP’nin oy aldığı kıyı bandı eskinin merkez sağ siyasetinin seçmeni) Türkiye’nin genelinde siyasi rekabet gücüne sahip.
Hatta Kürt hareketinin güçlü olduğu bölgelerde de ikinci parti olmayı sürdürüyor. Kimi seçim bölgelerinde ANAP-DYP [Anavatan Partisi- Doğru Yol Partisi] mirasını kimi yerlerde de eski Refah Partisi bağlarını kullanma konusunda halen rakipsiz. Bu denklem değişmediği sürece böylesi bir iktidar ağını parçalamak kolay değil.
Yolsuzluk, Yasak ve Tapeler
Genel beklenti 17 Aralık ile başlayan sürecin ve ortaya dökülen yolsuzlukların ve skandalların AKP’yi büyük ölçüde aşağıya çekeceğiydi.
Fakat umulan gerçekleşmedi. Bunun nedenleri üzerine düşünmedikçe alternatif bir politik hat belirlemek mümkün değil. Yolsuzluklara inanmayanlara bir kenara koyarsak iktidara oy veren seçmende iki farklı değerlendirme olduğunu iddia edebiliriz.
İlki bu kayıtların gündeme düşmesi ile ilgili. Kayıtların veriliş şekli ve zamanlaması ve buna karşı iktidarın izlediği tutum. İkincisi ise yolsuzlukların doğrudan reel ekonomiye etkisinin en azından şimdilik kısmi olması.
Bir başka deyişle yolsuzluklar ancak halkın reel ekonomik gücünde bir azalma ile çakıştığında siyasal iktidarı devirir.
Savaş çıkarma senaryosunun deşifre edilmesini de ayrıca değerlendirmek gerekir. Hepimizin tüylerini diken diken eden kayıtlar da infial yaratmadı zira yolsuzluk tapelerinden dolayı iktidara kızanların bir kısmı dahi “kutsal devlet fetişizmi” üzerinden AKP’nin yanında yer aldı.
AKP’nin yürüttüğü baskı ve yasakların iktidar seçmeninde karşılığı olduğunu söylemek de oldukça zor. Muhalif ve demokrat kitlelerin baskı olarak tanımladığı mekanizmalar AKP seçmeninin bir kısmında iktidarının gücünün nişanesi olarak algılanıyor.
İfade hürriyetine getirilen kısıtlamalar ve üst üste gelen internet yasakları da sadece bunları yaşamsal gören kesimleri ilgilendiriyor.
Demokrat çevrelerin özgürlük anlayışı ile AKP çevresinde kümelenen geleneğin özgürlük tanımı arasında uçurum olduğu da teslim edilmeli. Polis şiddeti ile katledilen yurttaşını terörist gören, hakkını sokakta arayana vandal diyen, Berkin’in yaslı annesini yuhalatan bir dost düşman ayrımının AKP tabanında maalesef kökleri var.
Ve Kazananlar-Kaybedenler
2014 yerel seçimleri itibari ile bakarsak AKP’nin ama özellikle de Erdoğan’ın elini güçlendirdiği sonucuna varıyoruz.
Bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu AKP’nin bu seçim sonuçlarından sonra izleyeceği strateji kadar demokratik muhalefetin tavrı da belirleyecek.
Kürdistan özelinde Kürt siyasetinin büyük bir başarısı olduğu ve bu başarı ile beraber demokratik özerkliği fiilen uygulama yoluna gideceği tahmin edilebilir.
Ancak ne olup ne biteceği çözüm sürecinin seyri ile yakından ilişkili. CHP ve MHP’nin kaybedenler safında olduğu ise aşikâr. Cemaatin entelektüel ve ekonomik gücünün oy bazında etkinliğinin yanında mütevazı olduğu ortaya çıktı.
Bundan sonra AKP’nin önünde iki yol var; ya gerginliğin azalması için toplum mühendisliği projelerinden, otoriter siyasetinden ve yasakçı düzenlemelerden vazgeçecek ya da daha da sertleşerek cemaat ve Başbakanın ifadesi ile “Geziciler” dahil olmak üzere tüm muhalefeti dalga dalga etkisizleştirecek.
Görünen o ki AKP ikinci yolu tercih edecek; “düşman” ilan etmeye devam edecek işte o yüzden birbirimize daha çok mukayyet olmak zorundayız.
Her ne olursa olsun özgürlükçü ve demokrat siyasetten taraftar olan bizlerin ümitsizliğe kapılmadan politik kanalları açacak mücadeleyi sürdürmek boynumuzun borcu.
Kaçması gerekenler zafer ilan ederken bizler bir yere gitmiyoruz demeyi bilmeliyiz. (GGÖ/BA)