Çalışanlar, emekçi sınıflar 2009'u küresel krizin tahribatı altında geçirdi. İşsizlik, ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının zorlaşması ve güvencesizleşmesi 2009'da adeta zirve yaptı. 2009 krizin sosyal eşitsizliği ve on yıllardır süren neoliberal sosyal tahribatı derinleştirdiği bir yıl oldu. Krizin de etkisiyle 2009 daha adaletsiz ve vicdansız bir yıl oldu.
Piyasacılığın çıkmaz yol olduğunu gösteren küresel krize rağmen hükümet 2009'da da piyasacı politikaları derinleştirme ısrarını sürdürdü. Özelleştirme programı gündemdeki yerini korudu. Büyük özelleştirme hedefleri (enerji ve şeker gibi) kriz nedeniyle gerçekleşmese de, hükümetin temel iktisat politikası hedefleri arasında yer aldı.
Öte yandan kamu hizmetinin her alanının özelleştirilmesi yönünde adımlar atılmaya devam edildi. Bunun en yeni örneği İstanbul Belediyesi itfaiye hizmetlerinin özelleştirilmesi oldu. 2009'da "sınır tanımayan özelleştirmeler hükümeti" ile yüz yüze olduğumuzu bir kez daha gördük.
Hükümet kriz koşullarında sosyal önlemler, koruyucu önlemler ve kamucu önlemler almak bir yana çalışma yaşamını daha esnek ve kuralsız hale getirmek için yeni yeni girişimlerde bulundu. Bunun en çarpıcı örneğini kiralık işçi yasası girişimi oluşturdu. Kamuoyundan ve sendikalardan gelen büyük tepki nedeniyle yasa Cumhurbaşkanı tarafından Meclis'e geri gönderildi; ancak kiralık işçilik yasasının sahipleri ısrarlarından vazgeçmiş değil.
2009 yılında emekçilerin bir diğer kaybı İşsizlik Sigortası Fonu'nun önemli bir bölümüne hükümet tarafından el konulması oldu. İşsizlik ödeneklerinin artırılması ve yararlanma koşullarının kolaylaştırılması taleplerini kabul etmeyen hükümet tersine İşsizlik Sigortası Fonundaki kaynakların bir bölümüne el koydu.
"Çatışma Bakanlığı"
2009 yılında Çalışma Bakanlığı adeta "Çatışma" Bakanlığına dönüştü. Yeni Çalışma Bakanının sendikacıları azarlaması ve suçlaması nedeniyle sendikalar ile bakanlık arasında rutin görüşmeler bile yapılamaz oldu. Bakanın bu tutumu bütün sendikal örgütlerin ortak tepkisiyle karşılaştı. Bakanın kamu görevlilerini tembellikle suçlaması ve Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantısına katılmaması da hükümetin emeğe yönelik tutumunun önemli göstergeleri olarak yorumlandı.
Sendika karşıtlığı ve sendikalaşmaya karşı kullanılan acımasız yöntemler 2009'da çeşitlenerek sürdü. Aralarında çok sayıda büyük şirketin de yer aldığı onlarca işyerinde süren sendikalaşma çabaları patronların ve bazı yerlerde kamu makamlarının insafsız yöntemleriyle engellenmeye çalışıldı. 2009'da sadece sanayi işçilerinin değil büro çalışanlarının da sendikalaşma girişimlerine tanık olduk.
1 Mayıs
2009'un emek açısından bir diğer önemli boyutu, 1 Mayıs'ın "emek ve dayanışma günü" olarak kabul edilmesi oldu. Hükümet 1 Mayıs kutlamaları konusunda ceberrut tavrını sürdürse de oluşan toplumsal meşruiyet ve yıllar süren mücadele sonucunda 1 Mayıs'ı emek ve dayanışma günü olarak ilan etti. Ancak 1 Mayıs'ı kutlamak isteyenlere karşı ceberrut tutumundan ve polis devleti uygulamalarından vazgeçmedi.
Hükümetin sendikal haklar konusundaki çifte standartlı tutumu 2009 yılında da devam etti ve çalışma yasalarını ILO normlarına uygun hale getirmek konusunda kayda değer bir adım atılmadı. Sendikal ve sosyal haklar "üvey evlat" olarak kaldı.
Emeğin dağınık ama yaygın direnişi
2009 emeğin dağınık ama yaygın direnişin gözle görünür bir hale geldiği bir yıl oldu. Kelimenin tam anlamıyla çıplak sınıf mücadelesi örneklerini yaşandı. Onlarca tekil işçi direnişi ortaya çıktı. Emekçiler yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirmek için ülkenin pek çok yerinde direnişler gerçekleştirdiler.
Krize karşı sendikaların öncülüğünde yapılan eylemler, kamu çalışanlarının 25 Kasım grevi 2009 yılının öne çıkan eylemleriydi. Bu eylem ve direnişlerin kuşkusuz en önemlisi ise en sonuncusu oldu: Tekel işçilerinin halen devam eden direnişi.
2009 emek açısından tahribatın ve direnişin arttığı bir yıl oldu. Çalışanlar dağınık da olsa, bir bölümü içgüdüsel ve koordinasyonsuz da olsa on yıllardır uygulanan neoliberal, toplum karşıtı politikalara karşı itirazlarını güçlü biçimde yükseltmeye başladılar.
Ancak temel sorun şu ki, emeğin bu öz savunma hareketinin güçlü bir siyasal ve sendikal odağı yok. Emek eksenli, sosyal temelli bir siyasal hareketin yokluğu ve sendikal hareketin dağınıklığı emeğin en önemli zaafı. Ülkenin devletçi seçkincilerle, muhafazakar-piyasacı seçkinler arasında sıkıştığı günlerde emeğin meselesinin adeta üstü örtülüyor. Tuzla işçisinin, Tekel işçisinin, Mustafakemalpaşa'da ölen madencinin meselesini esas mesele yapacak güçlü bir siyasal özne yok, sendikal hareket bu bilinçle hareket edemiyor.
Bu yüzden Tekel işçileri darbe dönemlerinde bile karşılaşılmayan bir şiddetle ve zulümle karşılaşıyor, bu yüzden ölüm ocaklarının sahipleri adliyeden elini kolunu sallayarak çıkarken, dişini tırnağına takarak sendikalaşma mücadelesi veren TÜRK-İŞ Genel Sekreteri gözaltına alınabiliyor ve DİSK Örgütlenme Sekreteri tutuklanabiliyor.
Kuşkusuz bu tablonun oluşmasında sendikal hareketin idare-i maslahatçı tutumunun payı çok büyük. Sendikaların emek eksenli gür bir mücadele yürütmeyi göze almadığı koşullarda emek eksenli bir siyasetin oluşması mümkün mü?
Ancak her şeye rağmen 2009 gösterdi ki cin şişeden çıkmıştır; emekçiler piyasacı ve neoliberal politikalar konusunda itirazlarını ve mücadelelerini giderek daha fazla yükseltecekler. Çünkü ülke hiç bu kadar adaletsiz ve eşitsiz olmamıştı.
1989 Bahar Eylemlerinin üzerinden 20 yıl geçti. 20 yıl sonra bir başka emek baharına tanık olur muyuz? Neden olmasın! (AÇ/TK)
* Aziz Çelik, Kocaeli Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi Bölümü.